Bir
yıl daha bitti... bitecek… ve yine “o mahur beste” çalarken “müjganla biz
ağlaşacağız”. Eninde, sonunda da her yıl, her yalan gibi, her yol,
her hikâye de bir gün biter değil
mi Hevalım? Koşsan da tutamazsın….
Belki,
ölümle çerçevelendiğinden hayat aldırmasak ta;
“hüznü bıraktım yeni hüzünlere merhaba”nın yaşanacağı bir yıl daha başlıyor Hevalım; takvim öyle diyor.
Niyeyse
yılın biteceğini müjdeleyen ışıl ışıl şehrin
“yılbaşında ne yapalım? ne pişireceksin? ikramiye yine çeyrek bilete
çıkar” uğultuları; telefonları, vitrinleri, ekranları kilitleyen “yılbaşına özel...”, “happy new year”,
“sersala we pîroz be” ler; illaki
söylenecek “bir yıl daha geçti ömürden”nin burukluğu.
Evin,
meyhanenin, otelin, kafenin buğulu camına akseden yılbaşı telaşına karışan
gözyaşları mı? Bir kez daha umudu, barışı, sevdayı ziyan etmiş yılın
bitmesinden değildir. “Geçen sene şurada oturuyordu“nun düğümlediği kalbin
figanı gözyaşları; kaybedilenedir.
Yılın
onsuz bittiğinin inanılmazlığında; yılsonundan yılbaşına atlanan o kısacık çizgide
“ on…dokuz…sekiz….“le geriye
sayılırken; siz de ona veda edeceksinizdir.
Onsuz devam edeceğini bildiğiniz hayat...yeni yıl…yıllar can yakar…anlıyor
musunuz…can.
Bu
yılda, yanında yaşama sevincini de götüren; hendeklerin, barikatların ardında,
önünde, trafikte; ne çok, ne çok; bir günde Suruç’ta tam 34, Dağlıca’da 16, Ankara’da 103, Paris’te 130,
Bağdat’ta, Suriye’de yüzlerce insan öldü, öldürüldü.
Her
insanla birlikte öldü, öldürüldü; kültürel mirasları zarar görmesin, yıkamasınlar
diye 75 yıl önce Paris’i, Prag’ı yenilgisi kaçınılmaz Hitlere, savaşmadan
teslim edenlerin akıbetinden habersiz; Kurşunlu cami, dört ayaklı minare,
surlar, Cizre, Nusaybin, Amed,
Şırnak....
Hani
durmadan özgür, güzel bir gelecekleri olsun diye mücadele edildiği söylenen çocuklar
var ya, onlarda şehirlerle birlikte;
öldüler, öldürüldüler. Onlarca Davut Özer (13), Mehmet(11) Meteler de yitti, gitti işte ; onlarca Uğur Kaymaz
(12), Berkin Elvanların ardından.
Ah...ah...ah
ki ne ahhh.. Ah, duyguları,
hayalleri “Kobani” , “alan hâkimiyeti”,
“kanton” , “direniş” sözcüklerinin kocamanlığında eriyen; zırhlı, askeri araçların ablukasındaki sokaklara çıkmaları
yasaklanmış; Hevalleri, oyuncakları çöpsler, toplar yerine, uykularını bölen kurşunlar, kalaşnikoflar, maskeler, tuğlalar yapılmış çocuklar, ahh !!!
Barikatlar
kurarken; kulaklarında “serhildan jiyane”, “işgalci T.C”, YDG-H”, “PKK”, “Çerxa
Şoreşê” nin yankılandığı Kürt çocukları,
ahhh..
Önlerinde; hendekler kazılan, EYP’ler,
molotoflar hazırlanan, polisin, askerin
evleri bastığı, insanları tutukladığı o çocuklar için savaş; yemek, içmek,
giyinmek gibi hayatın olmazsa olmazıdır. Polisi, askeri taşladıkları
gösterilerde; gaz bombalarına, kurşunlara, TOMA’lara muhatap dünyalarının
kazananı da hep; birbirini tarayan askeri, gerillayı müstehzi gülümseyişiyle
seyreyleyen ölümdür.
Gözlerinin önünde; bankamatikten para çekerken astsubay Ziya Sarpkaya’nın; sokaklarda Helin Hasret (12), Selamet (44)Yeşilmen’nin; onca asker, polis Haydar Çetinlerin; onca gerilla (Fırat Kurtay) Mustafa Özmenlerin öldürülmesi, Kürt çocukları için öylesine olağan, öylesine de meşrudur ki.
Zira
onlarda öğrenmişlerdir; düşman saydığını öldürmesen, onun seni öldüreceği
savaşta; her ân bir kurşunun, bombanın herkesi; anneyi, babayı hayatından
edeceğini; sırtta enkazından kurtarılan yatak, yorgan; yıkılan, yakılan evin, mahallenin terk-i
diyarını.
İşte
Kürt çocuklarını; gençlerini merhametsiz savaşın pençesine atan, bir asır Alevilerin...,
..., Ermenilerin…., …, devrimcilerin, …, …,
mütedeyyinlerin de nasiplendiği
inkarı, asimileyi kurumlarıyla, medyayla dayatmış ulus devletin; sırf Kürt
diye, Kürtçe konuştu diye insanlara b.k
yediren ötekileştiriciliğinden; Beyaz Toros’lu,
darbeli zulmünden başka bir şey
değildi.
Bugün,
deniyor ki, söz geçirilemeyen “savaşın içine doğmuş son derece öfkeli bir
gençlik var….”. İyi de 100 bine yakın
Kürdün, binlerce Türkün öldüğü 40 yıl sürmüş iç savaşla ihtiyarlamış kendinden
önceki en az üç kuşaktan farklı olarak bu gençler; “PKK”yla müzakereye, “Bıji
Serok Apo”nun ev hapsine, eşit yurttaşlığın Anayasada tanımına kamuoyunu ikna
etmiş “çözüm sürecinin” tanığı değiller miydi?
Ki o süreç; sorunları diyalog, uzlaşmayla çözen,
insan odaklı medeni dünyanın demokrasi,
özgürlük, eşitlik, özerklik mottosuyla devinecek bir Türkiyenin de habercisiydi.
Kadri,
kıymeti savaş tekrar başlayınca anlaşılan çözüm sürecini “devlet”, “hayır, PKK
bitirdi”, “camiyi devlet”, “hayır, teröristler yaktı” ekseninde; “savaştığımdan
daha insancıl, demokratım, daha özgürlükçüyüm, daha...daha...ları” tuzla buz
eden; harabe evler, virane
sokaklarda kurşunlarla, bombalarla
parçalanmış bedenlerdir.
Hem,
sen söyle gula min, birbirinin hem ilacı, hem zehiri; savaşın taraflarının
kendi haklılıklarına inanmaları, yetiyor mu; babalarının, annelerinin tabutları
başında ağlayan onca Eymen Çetin (6);
onca Sevcan (9) Yeşilmenlerin gözyaşlarını dindirmeye? Yetiyor mu
babasız, annesiz kalmanın travmasını atlatmalarına? Yetiyor mu, ölümleri
durdurmaya, her polis, asker, her gerilla cenazesiyle çoğalan öfkeyi, nefreti
yüreklerden silmeye?
Devlet
dahil her kesimin, herkesin demokratikleşmesini, sivilleşmesini geciktiren bu
savaş, şiddet ortamı; ırkçılığından arındırılmış bir eğitimden, onca Dilek
Doğanların katillerinden hesap sorulmasına; kadın cinayetlerinden, işsizliğe,
hava kirliliğine kadar; hayatı zindana çeviren onlarca sorunun gündemini,
çözümünü engelleyendir de.
Şimdi,
savaşın ortasındaki Kürtlerin; kılına zarar gelmesini önlemek yalnızca devletin
değil, Kürtlerin hakları için
savaştığını haykıran PKK’nın, siyasi temsilcilerinin de boynunun borcudur.
Şu
ânda, izi ömür tüketen acıları, vahşeti yaşayanların;
genç kuşağın aynı acıları yaşamasını istemeyecek asaletleriyle; hayatı, çocukları
ölümün elinden çekip alacak BARIŞA, silahları susturarak şans tanımaları, onların
en görkemli zaferi olacaktır.
Üstelik,
hayatları bir Fransız, bir Amerikalı kadar değerli Kürtler; Türk ulus devletinin
ayrımcılığına, otoriterliğine, sansürcülüğüne
karşı, evlatlarını öldüren savaşın, silahlı mücadelenin dışında alternatifler,
politikalar üretemeyecek kadar çözümsüzlüğe mahkum, bilgelikten uzak bir halk
değildir.
Hevalım
yıl bitiyor. Belki üzerinde renk renk ışıkların oynaştığı Noel ağacına
imrendiğini saklayan, saçmalamaya bile hakkı olmadan büyüyen çocuklardan olduğumuzdandır;
envaı çeşit yılbaşı süslerinin önünde altı yaşındaki Can’nın “anne, köpek niye
var” sorusuyla irkilmemiz. Mavi, gri, altın sarısı meleklere, toplara bakan
gençlerin “Paşam, yılbaşı hediyesi kurasında Duru çıktı ya bana.....” kahkahaları, “haydi, Star Wars’a...” konuşmaları.
Belki
“amannn bunca derdin arasında, her şeyi hallettim, yılbaşı da eksik kalsın” diye düşündüklerinden, bizim; tarçınlı, zencefilli yılbaşı kurabiyeleri
yapan, “dünya sen varsın diye güzel”le
yılbaşı hediyesi veren ebeveynlerimiz olamadı.
O
yüzden de; izin verilen yere varacak hikâyelerdense Hevalım, artık kendi
hikayeni, hikayemizi yazma zamanı mıdır? Kim bilir ki...kim...
Yeni
yıl kapıda Hevalım. Norveçlilerin bağımsızlığının 100.
yılı şerefine Finlandiya’ya dağ hediye edilmesi için kampanya başlattığı
dünyada, diyorlar ki Paris’te aşk...diyorlar ki Paris’te yılbaşı başkaymış. Bu
taş sana; duydun mu Ankara… duydun mu Amed...
25.12.2015
Gülsen FEROĞLU