26 Ağustos 2011 Cuma

Daha da gelme buralara, ey barış

% 40’lık bir  kesimin hiç tatil yapamadığı ülkenizde, boğucu sıcakta, tıkılıp kaldığınız şehirde, cezveye kahve koyarken “Ahadannna peri perişan bir hayat yaşıyorum. Mutlandınız mı”yla denize sıfır bir evde;  İKEA’dan alınmış sallanan bir koltukta denizi seyrederken  profilden çekilmiş bir fotoğraf karesinde hiçbir yıl yer aldırma-mış-yacak kör talihinizi dayanılır kılan kafanızda dans eden  “Serin bir yayla, dağ olsa anlarım da sıcakta daha sıcak yerlere tatile niye gider insanlar ? Hadi gidildi. Tatilin çılkını çıkaran  durmadan şort, bikini, tişört, …, değiştirmeler, makyajla denize girmeler de neyin nesi? Boş ver sen  b.k kokan, üzerinde envai çeşit meyve, çekirdek  kabukları yüzen denizi. Aç  pencereleri. Essin; püfür, püfür rüzgar.Yıka balkonu; aksın buz gibi su ayaklarının üstünden” düşünceleridir.

Bir kez daha bol köpüklü bir kahve yapamadan göçeceğinizi tescillerken, o düşüncelerden sizi de, 11 yaşındaki İdil’in annenizle  “Biri “ne olacaksın” diye sorarsa asla bilmiyorum deme, şimdiden bir hedefin olmalı diyor annem”li  muhabbeti koparacaktır.

Kanser hücrelerinin şekeri sevdiği bilgisinin deli gibi çekse de canınız, yedirmediği ufacıcık bir çikolatayı “ne olacaksa olsun”la kahvenin yanında ağzınıza da  attığınız o sıradan ânlarda, pencereyi aşıp eve dolan “Seyran mangî nîsan e qurban /çimkî vade gulan e/…”  kahvesini yudumlayan annenizi de dile getirtir.

 “Bir gün, bangır, bangır Kürtçe türküler söyleneceğine, inanmazdım ki.Yıl 1956. Köyde, tek sınıflı ilk  okula başladığımda bilmediğim bir dilde konuşmamı isteyen, bir süre sonra da konuştuğumuz  dili  konuştuk diye avuçlarımızı cetvelle morartan, tokatlayan öğretmenimiz bir gün de; “Haberiniz yok, sınıf başkanınız Kamer sizleri  evinizde de pencereden izliyor. Zazaca konuşanları da gelip  bana söylüyor” demez mi. Korkudan evin içinde fısıltı halinde, kulaklara konuşurduk. Geldim 65’ime, o halimizi, o öğretmenin adını; H.U, hiç ama hiç unutmadım. Şivelerini duyduklarında “Nerelisin” sorusuna muhatap olmasın, konuşmalarıyla alay edilmesin diye  çocuklarıma da öğretmedim Zazaca’yı.”

Tam da yıllardır söylemeyenin kalmadığı  “Kandil imha edilmezse sonuç alınmaz”ı yeniymişçesine ortaya atan İlker Başbuğ’un asimilasyona dair  “Geçmişte o günkü şartlar altında yapılması gereken şeyler yapılmıştır. Onlara fazla takılmasak daha iyi olur…” demeci manşetteyken, takılmadan durulamadığının, öyle olamadığının, ruhlarda açılan gediklerin zaman aşımına uğrayamadığının kanıtı  6 yaşındaki o çocukmuşçasına yanınızdan uzaklaşıp o köye giden annenizin, anlattıkları berbat hissettirir, kendinizi.

Konuştular diye insanların işkencelerden geçirildiği, ne de komiktir ki tasası da bilmeyenleri almış bir dile, bir kültüre ait yaşanmışlıkların nesilden nesile aktarıldığı bu coğrafyada; 55 yıl sonra, bir insanın yaşadığı; o ilk vurgun, o ilk yalnızlık, o ilk eziklik hiç azalmayıp akıyorsa hâlâ gözlerinden, Başbuğ’un incileri de; yarattıkları “Kürt sorununu” çözmek için  kendi aralarında   pozitif ayrımcılık yapılsın”, “ama Yozgat’lı ne der”le  paslaşan  sorunlu beyaz Türklerin  inciler gibi  tek tek yerlere saçılmaktan başka ne işe yarar ki.

İlmek ilmek yoksunluklarla ördükleri ebeveynlerimizin hayat hikayelerini dinlerken, düşündükleri değil düşünemedikleri yüzünden bu hallerde olduğumuz o incileri döktürenlere, hep  sormak istemişsinizdir “Avucunda bir başkasının  yüreğini taşımanın nasıl bir yük olduğunu   bilir misiniz ?”

Elinizde o yürek, kavrulsaydı bir yanınız öyle, empati kuracağız diye kılıktan kılığa girmeye “pozitif ayrımcılık” atraksiyonlarına gerek kalmadan; çoktan SBS için dershaneye yollanmış bir  Türk çocuğuyla, bilmediği, öğrenmek zorunda bırakıldığı Türkçe’yi ancak öğrenebilmiş bir Kürt çocuğunun aynı zamanda, aynı sınavlara tabii tutulmasındaki vahamete “devletin dili olmaz be üstad”la  hayır deyip, Türkler nasıl anadillerinde okuyup yazıyorlarsa, Kürtlerinde anadillerinde okuyup yazmalarını en  başta siz savunacaktınız.

 “Kürt sorununu”  çözmeye de  aday bu  ünlü  beyaz  Türk düşünürleri aradıkları cevapları da öyle  “pozitif ayrımcılıkta” falan da  bulamazlar.

Kürt sorunu “nasıl çözülür”ün cevabı; “Sürekli bir etkinlik var Robert’s Coffee’.. ….”, “Zara’ya uğrayalım %70 indirim …”,” … dershanesinde gruplar 10’arlı….” konuşmalar yapan Türk yaşıtlarının aksine Ben bölücü, terörist de değilim, ben bir Kürdüm” yazan bir Kürt çocuğu; Evrim Demir,  daha 16’sında niye  bedenini ateşlere “atar”ın cevabındadır.

Çözüm, niye kaliteli bir eğitim alamıyoruz, niye  polikliniğimiz, doğalgazımız, …, …,   yok, yokkk diye değil de “Biz Kürtçe söyleyip, oynamak değil, statü istiyoruz.. …. Artık ‘PKK hareketini imha, tasfiye ederiz’ deyimiyle 30 yıl daha savaşa hizmet ederler”i yazdıran, kendinden önceki Mustafa gibi, Ferhat gibi aynı sebepten; her günü cehennem sayıp ta, bir gün yanmakta kurtuluşu bulduranın nasıl bir hayat  olduğunun  da cevabındadır. 

Evin’amın 6 çocuklu bir ailede;“kelle” başına dolar aldıkları,  geceleri kendi karakollarını kurşunlayarak devamını sağladıkları savaşın kaymağını silah tüccarlarıyla  yiyen, asker, korucu,  özel harekatçıların devlet terörü estirip, 70, 80 yaşındakileri bile “örgüte yataklık, yardımdan” tutuklayıp Kürtlere uygulanan zulmü,  hakaretleri meşrulaştırarak, karakollarına yapılacak  saldırıları, yollarına döşenecek mayınları da meşrulaştırmış OHAL’de dünyaya geldiğinde, Kürtler yine kendilerini yakıyor, köyleri boşaltılıyor, kız kardeşlerine, gelinlerine tecavüz edilen, babaları, dedeleri önlerinde dövülen gençler  de dağa çıkıyorlardı.

Panzer, uçaksavar, operasyon, gerilla…, …,  kelimeleriyle 10, 15 yaş birden atlayarak büyüyen, oyun oynadıkları tarlaları yakılan, duvarlara, ağaçlara saplanan mermileri istifleyen, göçtürüldükleri metropollerde kendilerini bu hale getirenlerin,  getirenlere  ses çıkarmayanların  ayakkabılarını boyayan bütün Kürt çocuklar gibi; ağabeyi dağda, amcasının kemikleri de bir toplu mezarda çıkan Evin’amın da neden taş attığını, neden gaz bombası yediğini, neden öldürüldüklerini daha küçücükken bilecekti.

Bütün çocuklar kadar çocukluklarını görmeyip kendilerini cahil, kıro, terörist, kapkaçı sınıflayanlara  gülücükler atmaları beklenen, nereye giderlerse gitsinler kendileriyle götürecekleri hep de kötü bir geçmişleri olan Kürt çocuklarının, nedense, elleri de hep üşüyecekti.

“One minute, one minute. Çoluk çocuk öldürüyorsunuz”la arka çıkılan İsrail, Suriye, Libya, …,  askerlerine taş atan Filistinli, Suriyeli, Libyalı, …,  dünyanın bütün ezilmiş, itilmiş  çocukları gibi  hayatta olmadık yerlere savrulacaktı Kürt çocukları da.

Herkes duymalı, herkeste bilmeliydi ki  “Bunları bize niye yapıyorsunuz” öfkesini kabartan suçlayıcı bakışlar; o savrulmanın, boyunlarından büyük  “…… fakat bir milletvekilimiz (Hatip Dicle) düşürüldü. Benim sesim hukuk adı altında susturuluyor. Böyle hukuksuzluğu kabul etmeyeceğiz” satırla …..….…

Kuzeyden esen sonbaharın ilk esintileriyle gelen; birbirlerini   “katil, cani sensin”, “hayır, asıl sen cani, katilsin”le suçlayacak Türkler’le, Kürtlerin savaş kararı, yalnızca “söz”ü bitirmez.Yazının  paragrafını da yarım bıraktırırken, FM  radyo  U2’nin “Bugünkü haberlere inanamıyorum”la başlayan, 38 yıl sonra İngiliz hükümetine Kuzey İrlandalılardan özür dileten “Sunday Bloody Sunday - Pazar, kanlı Pazar“ını çalıyor. Dinlerken “Kanlı Pazar”ı,  kendi kendinize “Paragrafı tamamlasan, yazsan  ne yazar. Tut ki yazdın. İntikam timine dönmüş hangi göz okur” dersiniz.

Öyle de çokkkkk korkmuşsunuzdur ki  en büyük şirketleri yöneten 152 CEO’nun ennn okuduğu köşe yazarının Bekir ÇOŞKUN olduğu ülkede, öyle çokkkkk korkmuşsunuzdur ki; “Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar”lı babanızın, annenizin hayallerine benzemeyen hayallerinizin onların ki gibi  suya düştüklerini gördüğünüzden belki de;  hayal kurmaktan, plan yapmaktan, öyle çokkk….

Korkmakta ne kadar da  haklıymışsınız.Başımıza ne geldiyse yokluğundan gelen “barış, nihayet”le her şey düzelecek derken işte, yine,  aynı şey oldu. Hiç yaşamadığınız barış içinde tek bir  gün hayaliniz “Bıçak kemiğe dayandı”larla, Silvan’dan, Hakkari’den gelen tabutlarla tuzla, buz oldu, yine.

Şayet yasal güvencesizlikten sözde kaldığı halde yerin, göğün  inletildiği Kürt açılımı; faili meçhuller, b.k yedirme, Diyarbakır cezaevi için özür dileme, Kürt isimlerinin yerleşim yerlerine geri verilmesi, …, …, gerillanın Kuzey Irak’a çekilmesi hatta silah bırakması benzeri karşılıklı sunumlarla desteklenseydi, geleceği  bilmezden gelinen “barış”ı da kovamazlardı, buralardan. Belki bir daha da gelmemek üzere “aynı sudan” içmiş; görmek istediklerini gören, duymak istediklerini duyan Türk, Kürt siyasetçiler. “Terörün inine bombalar yağdı”, “T.C.’ye ağır kayıplar verdirildi”lerin peşine düşüp, değişen dünyada son vermeleri gereken  ittihatçı, silahlı Türklerin, Kürtlerin vesayetine son vermeyerek. 

Hem, eeevet, evet, evet. Kürtlerin hepsini temsil etmiyor PKK, BDP. Ama hakları için mücadele ettiğine inandıkları Kandil’den, Mahmur’dan gelen gerillaları Habur’da karşılayan Kürt bir  anneden,  bir babadan, bir kardeşten dağdaki kızıyla, oğluyla, kardeşiyle arasına mesafe koymalarını isteyen akıl dışılığın kaderlerini yazdığı önlerindeki tabutlarda yatan gencecik bedenlerin kavratamadığını, kavratacaksa ölümden, yıkımdan öte bir şey getirmeyen savaş, haydi ne duruyorsunuz,  birbirinizin kökünü kazıyıncaya; tek bir Kürt, tek bir Türk kalıncaya dek çaldırın savaş tamtamlarını.

Pek yaman, pek  cengaver Türkler de , Kürtler de elinizden geleni ardınıza koymayın. Günde 5 “  …. PKK’lı”nın, “ Mehmetçik”in  ölümü  yetmez. Sayıları gün, gün 10, 20, 30, 100, …, artırarak ne kadar iyi öldürebildiğinizi göstermezseniz herkese, hatırımız da kalır, bilesiniz.

Oysa ne çokta  ölüm vardı her gününde; sabahında, öğleninde, akşamında bu toprakların. Önceler bittiğinden sonra diye “bir şey var mı” bilemezken, gittikçe çoğalan “öldürün hepsini”, “tutuklayın hepsini”, hepsini, hepsini, …., uğultuları bir girdap oluşturur karşınızda. Döne, döne  içine alır, oltanın ucundaki yemi göremeyen balık misali,  sizi de.

Ve siz. Ah ve siz. Ah ve ben. En azından hepimizi ancak bu kadar “öldürebilirlerdi”yi bilen ben,  artık  ne mi yapacağım ? Bana güzel masallar anlatacak kente giden serseriler güruhuna katılıp, onlara soracağım “Barış, ne yana düşer ustalar ?”

Radyo da  hâlâ “Kanlı Pazar” çalıyor;Ve muhabere henüz başladı / Çok kayıp var, ama bana kimin kazandığını söyle …….. ”