Masalımı kaybettim, masalımızı
kaybettik. Artık kim, hangi yalan, hangi gerçek avutabilir ki yüreklerimizi.
”Şimdiyse kırılgan mektuplar yazıyorum / hangi adrese göndereceğimi bilmeden /
malumun olsun ben sende ülkemi sevdim”
mısralarıyla vurulurken, bilirim bahar da sen istedin diye gelmez
Hevalım. Bilirim; gelmez.
İstedin diye çaresizliğimiz savaşın
bitirilmemesi gibi müjdecisi kardelenlerin, nergislerin boynunu büken savaşa, faşizme tutkunlukta; ölüme yenik baharı, boşuna
bekleme Hevalım, gelemez.
Öyle
bahara hasret, her güne de ölümle
başlayan memlekette, eğer işinize, okula,
gider, döner, sokakta yürür, durakta beklerken patlatılan bir canlı
bombaya, füzeye, “adres sordun”, “yan
baktın”la kızan birilerine, bir erkeğin
şiddetine, iş, trafik kazasına yakalanmadan günü sağ tamamlayacak kadar şanlıysanız... bu defa da
“Cizre’de, ..., ..., terörist etkisiz hale getirildi ...,”, “Ankara Kızılay’da
patlama ... ölü, .... yaralı ...,”
sesi, yanan arabaların görüntüsü, masanıza kederi buyur edecektir.
Odanıza kederi, inanamamayı taşıyan
görüntüler savaşın yıktığı ..., Dresden,
Gazze, Bosna, ..., Şam’a değil; bir
zamanlar çocuk, genç kahkahalarıyla çınlayan evlerin enkazının kapattığı
sokakları, Güven parkıyla Ankara, Cizre,
Sur, İdil’e; vatanınıza aittir.
Bombayla,
topla yıkılmış evlerin enkazında; çayını içmeyi sevdiği şuşesini, 8 taksite
aldığı çeyizini, atmaya kıyamadığı eskimiş mavi hırkasını, ekmek yaptığı sacı
arayanlar da Dresdenliler, Şamlılar değil Kürtlerdir.
Peki
geçmişini bugününe aktaracak birkaç eşyasını enkazdan kurtarmaya çalışan
Kürtlere; toz toprak içindeki resimlerini “bunlar benim” hüznünde kucağına
bastıran Helin’e; Kızılay’da akşam evine dönmek için bindikleri otobüs
bombalanarak bedenleri paramparça
edilen Türkiyelilere; reva görülen
bu vahşet, bu eziyet niyedir Bavê min, niye, niye....
Şayet Tanrının gazabından kurtulmayan Sodom’u, Gomorra’yı
bilseydi şaşırmayacak yaşlı bir kadının “tufan mı bu, ferman mı? bu zulüm hangi
günahın cezası” feryadında; Esmer Tunç’un anlattığı “bana bir avuç kül verdiler
‘al bu senin oğlun” dediler cinnetinde; Kızılay’da canlı bomba sonrası yaşanan
“biri 'önüme
kol düştü' diye bağırıyordu” dehşetinde gizli; bu savaş niyedir, niye...
Öldürmesen düşmanının seni öldüreceği
savaşın; hayatta kalmak için hiçbir kural tanımattığı siz savaşanları; bomba,
top, roketatar, barikatla vatanınıza, insanlarına, şehirlerine, sokaklarına
yaptığınız bu barbarlık niyedir?
Kurşunladığınız dört ayaklı minare,
yaktığınız; okullar, yıktığınız; surlar, köprüler, patlattığınız canlı
bombalar... bu denli acımasızca yakarak, yıkarak, sivilleri öldürerek neyin
dersini verdiniz birbirinize?
Kültürel
mirası saraylar, kiliseler, köprüler zarar görmesin diye 76 yıl önce Paris’i,
Prag’ı tek kurşun atmadan Hitler’e bırakanları anımsamayacak kindarlıktaki siz;
ölümün elçileri, siz ne yaptınız biliyor musunuz?
Her
ilkinde; ilk adımında, “anne” dediğinde, okula başladığında, incindiğinde hep
yanında olmuş; belki “halkımızın özgürlüğü, devrim için savaşırken sırası mı”
mahcubiyetinde söylenmemiş “.... seviyorum”un tanığı şehrini, sokaklarını,
duraklarını, evlerini insanların başına yıktınız. Ellerinden bütün
yaşanmışlıklarını; çocukluklarını, gençliklerini, yaşlılıklarını, sevdiklerini de
aldınız.
Ortada DAİŞ çetesinin Kobanê’yi,
Hitler’in Paris’i, Stalingrad’ı, Polonya’yı işgali gibi Sur’a, Cizre’ye planlı
bir saldırı yokken başlattığınız savaşın bahanelerinden çözüm sürecinden velev
ki devlet, velev ki PKK vazgeçti. Binaların,
sokakların, mağazaların, ..., ..., mevzi
yapılacağı şehir savaşının; göçten, harabelikten başka bir şey getirmeyeceğini
bile bile; nasıl da hemencecik yığdınız tankları, kazdınız
hendekleri, hazırladınız EYP’leri.
Hiç mi hiç titremedi kurşun sıkan, EYP,
bomba patlatan elleriniz; özgürlüğü, geleceği, güvenliği için savaştığınızı,
şehit verdiğinizi söylediğiniz; Kızılay katliamından yaralı kurtulan 4,5
yaşındaki Nisanur’un güvercinlere yem attığı parkını, Cizre’li Helinlerin
sığınağı yuvalarını, erik, elma, kenger topladıkları bağlarını tarumar ederken.
Demek ki savaşı istemeye gör; savaşacak onlarca bahane sıralanır; birlikte müzakere, çözüm
masasına oturulan da ânında faşist, terörist, samimiyetsiz, bölücü ilan
edilirmiş.
O
yüzden de Silvan’da duvara “bu devletin
gücünü görün” yazanla; Merasim sokakta
29 vatandaşı katleden canlı bomba “Zinar yoldaşın eylemi her açıdan
sahiplenilecek ve onur duyulacak tarihsel bir eylemdir” diyen; aynısınız.
Savaştan yana, içinizdeki nefretle de sanki birsiniz.
Halbuki varlığını,
kültürünü, anadilini, mezhebini, dinini yok sayarak; astığı, kestiği,
yaktığı ötekileştirdiklerinden Kürtlere dağdan, silahtan başka yol bırakmayan
ulus devletin tek tipçi ideolojisinin,
geçerliliğini yittirdiği bugünün Türkiyesinde savaş; ölümden gayrı neyin
dermanıdır ki.
Siz
savaşanlar; çözüm sürecini “bozsan da sen; aynı
acıların tekrarına izin vermeyeceğim” diyecek bilgelikte, barışı
savunsaydınız; Kızılay’da Destina Peri(16),
Ozancan Akkuş(19), Cizre’de Mehmet Tunç onca asker Serdar Akınlar, polis Abdulkadir Oğuzlar, gerilla
Mazlum Kapalıgözler öldürülmeyip yaşasaydı; neyi kaybetmiş sayacaktınız?
Hem talep edilen
özerkliğin,
federasyonun uzlaşıyla referanduma götürüldüğü, Anayasasında eşit yurttaşlığın
tanımlandığı medeni, demokratik bir devlet için siyaset etkin kılınsaydı; silah ele alınıp, uğruna ölünmediğinden yapılan mücadeleyi,
mücadeleden saymayacak mıyız, Hevalım?
Şimdinin kanlı, kaotik ortamında en
büyük talihsizlikte; mezarını kazacağına
inandıklarından fikrini, tavrını,
iktidarını beğenmedikleri, beğendikleri partiler, liderler, kişilerle
hesaplaşmalarını, nefretlerini ya da sevgilerini savaşın parçası yapan
partilerin, örgütlerin, sosyali de dahil bol yazarlı medyanın varlığıdır.
Aklı,
vicdanı kilitleyen bu nefret, hesaplaşma isteği, niyeyse sık sık
referans gösterilen The Times yazmasa
“sadece cesetlerin ve yıkıntıların kaldığı Kürt şehir”lerini
bilmeyecekmişiz gibi garip psikoloji,
sonunda; herkesi, her kesimi kör
kuyulara atacak savaşı da meşrulaştırmıştır.
Keşke gücünü farklı ötekinin
zenginliğinden alan demokrasiyi kutsamış ülkelerdeki gibi Türkiye’nin de;
kimden gelirse gelsin zorbalığa, şiddete, savaşa karşı çıkan Emil Zolaları,
Camusları, “yalnızca barışçı değil, bir barış savaşçısıyım” diyen Einsteinları,
Gandhileri, Mandelaları olabilseydi.
İşte o zaman birini
yargılarken diğerini aklayan
pozisyonda, savaşanlardan
birine tarafgirlik dayatılacağına; savaşın ta kendisine savaş açılacağından;
belki bu Newroz da savaşın son, barışın ilk durağı olacaktı.
Böyle her gün onlarca insanın
öldürülmesiyle sürekli eksilerek... yarım kalınarak...nasıl yaşanacak...nasıl. Geriye sizden bir şey bırakmayan, can yakan bütün yarımlar gibi kanaya
kanaya, belki bir ömür de sürecek
hayat neden kirlenir, “kirletilir”i anlamak.
Gula min, herhangi bir avluda “ne sen
yorgun, ne de ben yorgun, kederli bir
akşam içmişiz hepsi bu“ sıradanlığında yaşamak mı...unut gitsin....unut gitsin...
16.03.2016
Gülsen FEROĞLU