22 Kasım 2017 Çarşamba

Gidin, bu haber için açmam kapıyı









Ve o kaybediş...hiç başınıza gelmeyecek sandığınız, sandığım beklenmedik o kaybediş öğretti bana da; benim, bizim  diye sahiplenilen  hiçbir şeyin sahibi biz değilmişiz. O yüzden Hevalım...o yüzden...karanlıktan çok karanlıkta görünmeyenlerden korktum ben; gözyaşları süzülürken çatlak duvarlardan.


Görünmeyeni değil gecenin karanlığını  aydınlatan ışıl ışıl caddelerde, evlerde fark edilmeyen  çatlak duvarlardan süzülen o gözyaşlarında gizliydi işte “....Şemdinli .... çatışmada 9 asker şehit olurken ....... toplam 56  terörist de etkisiz hale getirildi...”’haberinin ardındaki belki  30 saniyede yitmiş 64 Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının hayat hikâyeleri de.


Eyyy Türkiye !!!   üzülme! dertlenme sakın! 9 evladını kaybettin ama bak “ohhh olsun“la yüreğini soğutacak, arkasından kimsenin gözyaşı dökmediğini, yaşanmış bir hayat bırakmadığını varsaydığın, senin için yalnızca istatiksel bir rakam; 56 terörist de öldürüldü işte! Rahatlayabilir, az sonra başlayacak dizileri “ufak tefek cinayetler”i huzurla seyredebilirsin.


Kimliğini taşıyan 9 evladına karşılık tam 56 vatan haini evladının öldürülmesinin coşkusundaki eyyy Türkiye! yine mi duymadın; acının dayanılmazlığından çatlayıp gözyaşlarını sızdıran onlarca  duvardan birinin sahibi Kırşehir belediyesinde temizlik görevlisi Ayşe’yle, işçi Recep’in evladı Tayfun Kavun’un “Şemdinli kırsalında....” öldürüldüğünü iletecekleri  “ gidin..gidin...bu haber için kapıyı açmam”la karşılayan, kardeşi Sultan’ın ortalığı çınlatan feryadını.


Belki 4 incili Milka’da şef Mehmet Gurs’un ıspanak yatağında pekmezli sakız kuzusunu tadıp,  Ajda’nın ınstagramdaki mutfak pozu,  telomer hakkında konuştuğundan, belki  “her 10 Kasım’da put gibi dikilen insan” başlığına   entry girdiğinden duymadığın o “ ... kapıyı açmam” feryadı, çığlığı var ya işte o çığlık  “Tayfun’nun katili bu savaş niye var ...niye”yle kırbaçlanan acının, isyanın kalbi aşarak dile vuran ulağıydı.


Tayfun’nun kırsalda çatıştığından habersiz aynı saatlerde belki  evinde temizlik yapan, belki Müge Anlı’nın aradığı  Fatma Uyanık’ın hayatının peşinden “tatlı sert” sürüklenen Sultan’nın  attığı o çığlık; bir daha asla ölüm  haberini almadan  önceki bir saniye gibi  olmayacak hayatının, önceki o bir saniyesinin  içinde kalmak içindir de.


Kapsama alanları dışında kaldığından  duyulmayan, bu ülkede onlarca  Sultan’nın milyonarca kez attığı  “acımı, artık çarpmayan kalbimi görmüyorsunuz”  sistemini de yansıtan o çığlık; yitirdiğiyle birlikte yaşadığı zamanlardaki tadı asla alamayacağı hayatını kurutan; sevdiğini elinden alan;  yaşanmaya bilinecek  trafik, iş kazalarının ,..., ..., ..., ve  savaşın varlığınadır.


Ki “hep savaş, hep öl” konseptinde aynı toprağın yaşayanı Türkleri, Kürtleri birbirlerine öldürten, kırdırtan neredeyse kalıcı hale getirildiğinden bağışıklık kazanılmış savaşın; 40 yıldır niye bitmediği, bitirilmediğiyse hiç kimse için  bir  muamma da değildir.


Muamma; yaşanmışlıklarıyla harabe evler,  şehirler yüzünden değilse bile sırf 1988-2013 arasındaki çatışmalarda hayatından olmuş 7 yaşındaki Silopili Umut Furkan Akçil,  Ceylan Önkol (14)  ile 569 çocuk yüzünden temiz, haklı bir yanı kalmamış savaşa Türkiyelilerin hâlâ neden, niye destek verdikleridir.


Zira yüzyıllardır savaşanla beraber ebeveynlerinin, yakınlarının da savaştığı; Albert Camus’un  “amacı ne olursa olsun, hiç bir savaş ahlaki olma imkanına sahip değildir”le lanetlediği savaşın kötülüğüne, hoyratlığına, yıktığı hayatlara dair her şey yazıldı,  söylenecek her şey  de  söylenmedi mi?


 Tüm bunlar, savaşın sadece ölüm, acı getirdiği, sonunun olmadığı bilindiğinden değil miydi; dünün büyük suçu Kürtçeyi konuşturtmayan, Kürdüm, Aleviyim, Ermeni’yim, ..., ..., ..., dedirtmeyen  ötekileştirmenin,  devlet  terörünün  “yeter !  başım gözüm üstüne ölüm”le dağlara çıkarttığı gençleri; devlete terörist; Kürtlere  “gerilla”, “özgürlük savaşçısı” yaptırtıp sonra da  “Kürt realitesi ....”,“kimse boşuna dağa çıkmaz”la  “ açılım, çözüm”  sürecine yol vermesi.


Peki birbirimizin her haline saygı göstererek bir ve biz olmamızı sağlayacak; gençleri, çocukları ölümden kurtaracak çözüm sürecini daha “buraların hakimi benim” güç gösterisine, hendek ve barikata kurban etmemişken; tarafları savaştıran nedenler tamamen ortadan kalkmış mıydı da silahlar susmuş, diyalog, siyaset taçlandırılmıştı.


Hayır değil mi? Öyleyse niye şimdi savaştıran nedenleri ortadan kaldıran her şey yapıldı ama hain, terörist, bölücü, işgalci, sömürgeci tanımlanarak düşmanlaştırılan karşıt; buna rağmen savaşıyor algısı yerleştirilerek, geriye tarafların asla sıfır kayıpla çıkmayacakları savaş tek seçenekmiş gibi sunuluyor?


Eyyyy Türkiye! her ölü bedenin, her şehidin Kürtleri, Türkleri daha, daha kışkırtmasına “intikam...intikam”lı nefreti iyice tırmandırmasına neden savaşı seçmen yüzünden öldü, ölüyor Mehmetçik de, gerilla da, onca çocuk da,  halk da. Ve  o  yüzden öldürmeye devam ederken de ölecek  işgalci T.C de, hain  PKK da.


O halde  niye hâlâ yarım bırakılmış bir  hayatın yerini tutmayacağını, acısını dindirmeyeceğini bile bile “.... ölmez, .... bölünmez”, “şehit Namırın”,  “unutulmayacak”, “....”....”....” sloganlarının atılmasını; polis Alp Taşdemir’in babasının  “ oğlum şehit....bundan şeref duyuyorum....”  gerilla  kod adı Zeyra Çıra Antika Acar’ın annesinin “ kızım ...... şehididir, kızımla gurur duyuyorum“ demelerini parlatarak savaşı, ölümle besleyip normalleştiriyorsunuz?


Şimdi dün Türkiye’yi “böldürmem”, “hayır bölerim” diye mi hayatından oldu  9 asker, 56 PKK’lı? Eyyy Türkiye! toprak bütünlüğünü korumak mı istiyorsun? O zaman önce insanlara  “ahh keşke ..... doğsaydım”, “kapağı bir atabilseydim oraya” düşleri kurduracak bir yaşam sunmalıydın. Eğer dini, ırkı, mezhebi, cinsiyeti,  düşüncesi farklı herkesi tek bir pota da eritmek yerine farklı dillere, kültürlere, inançlara, yaşam biçimine nefes aldıracak yasalar çıkartılsaydı, yetişecek “vicdanı, fikri hür” birey de bilimi,  sevgiyi, barışı kutsayarak bir Japon, bir Alman, bir Fransız gibi “Türkiye vatandaşıyım...onur duyuyorum “la  ülkesine toz kondurmayacaktı.


Ve herkes de biliyor, herkes; bu topraklarda zamanaşımına hiç uğramayan, uğramayacak savaşı kimin başlattığının, kimin haklı olduğunun önemini sıfırlayan;  hikayeleri de  toprakta saklı savaşta kaybedilmiş 100 bine yakın ölü beden...onlarca şehitlik yetmediğinden...daha savaşın taraflarını tatmin edecek düzeyde insan ölmediğinden; kurulmuyor barış masası ki o güne kadar   Eren Bülbül  gibi rastgele bir kurşunla ölmeyin  yeter!


Yine herkes de biliyor ki devleti, partisi, örgütü, cemaati, lideri, bürokratı,  medyası, sanatçısı,  bireyi;  kendisi dışında herkeste suç bula bula asır devirenlerin vatanı Türkiye’de; eninde sonunda bir gün hayat dayatacak; İrlanda, İspanya, Kolombiya’da ki gibi barış masası kurulacak. Sonrasında yine hiç kimse sormayacaköldürerek neyin dersini verdiniz, veriyordunuz birbirinize?’


Ne yazık, çok yazık ki biat yüklenmiş dimağların; onulmaz acıyı yaşattığını düşündüklerinden öldürülmesini istedikleri savaşanları hedefleyen öfkeleri, nefretleri de hiç bir zaman; seçme hakkı tanımadıkları askeri, gerillayı fıtratında ölüm yazılı savaşa yollayanlara, savaşı meşrulaştıranlara yönelmeyecektir.


Bambaşka bir alemde  FARC lideri Londono  devlet  başkanlığına  aday  olur,  “ilk güneş tutulmasının M.Ö 1207 30 Ekim de”  yaşandığı bulunurken; silah şirketlerinin para kasası  savaşla  hayatları  alt üst edenler; hem masum, hem ahlaklı  hem de savaştan yana olunamayacağını sanki bilmiyorlar  mı?  

Dakıla mın; bağbozumu zamanı ya şimdi; rüzgar mevsimine inat sararmayan isyankar bir kaç hanımelinin kokusunu taşırken bilinmedik diyarlara; sonbaharın orta yerinde sen yavrum sen  yoksun diye eksildim ben... denilenlere uyup eksilenlerin yerine yenilerini koymaya çalıştım ama hiç olmadı yavrum; sahisi gibi... eskisi gibi hiç olmadı; ya rengi uymadı... ya dokusu tutmadı ya da ... olmadı işte sahisi gibi.


Sen,  benim kanayan yaram sen de; onlarca er Tayfun Kavun (26),  onlarca  kod adı Rubar Hani  gerilla  Yavuz Unas  (18)  gibi senin için dikilen ‘fide’nin can suyunun yaşanmışlıkları; anıları...yaşanmayacakları anlatan gözyaşları olduğunu hiç...hiççç. Artık karanlıktayım bende,  karanlığa aşık on binler gibi.




Gülsen FEROĞLU

23.11.2017

18 Kasım 2017 Cumartesi

Yaşadıkların değil, yaşayamadıklarındır asıl yaralayan, alt üst eden





"Senin için dikilen ‘fide’nin can suyunun yaşanmışlıklar, anılar ve bir daha yaşanmayacakları anlatan gözyaşları olduğunu hiç bilmeyeceksin...hiçç. Artık karanlıktayım bende, karanlığa aşık on binler gibi.. yazdım  “Gidin, bu haber için açmam kapıyı” yazımın son paragrafına.
  
Keşke dedim yazdıkça o gün bana senin ölüm haberini getirdiğinde İ.,  Sultan’nın herkesin yapmak istediği ama niyeyse yapamadığı o refleksi ben de gösterebilseydim. Ama o kadar ani , o kadar hazırlıksız yakalandım ki oğlum.... o günü  anlatacağım  zamanda gelecek...Birinin ölüm haberi her şeyi ters yüz edeceğindendir o haberi duymamak, o haberden önceki zaman diliminde kalmak için  kulakları, kapıları  kapatarak geciktirmek....duvarları yumruklamak...başı ellerle dövmek neye yarar... neye  eğer yok olmayı beceremiyorsan bu dünyadan  neye yarar Can’oo, neye.

 Yazdıkça senin hayatını,  yaşadıklarını, resimlerine videolarına baktıkça “niye...niye “diyorum “nasıl olur...nasıl.. bu kadar canlıyken her şey nasıl olur da sen olmazsın bu dünya’da“


Büyüseydi diyorum arkadaşlarını, yaşıtlarını görünce  sonu olmayan “Can’da böyle mi olacaktı? böyle mi konuşacaktı? böyle mi yürüyecekti? böyle mi tarayacaktı saçını?” onlarca soru dolanıyor kafamda; beni öldüren.  “ Git başımdan lan oğlum” diyecek miydi? Belki sonbaharda eli elinde Lozan’da dökülen yaprakların üzerinde romantik bir yürüyüş yapacaktın sevgilinle,  belki oynamayı sevdiğin çocuklar oynasın diye yapılmış küçük minyatür  evin önündeki bankta ya da içinde oturduğumuz senin penceresinden baktığın kulübe de   oturacaktın...kim bilir...kim .




 oynadığın küçük ev


Ne severdin ne severdin sararmış renk renk yaprakları “aaa bu turuncu, bu sarı,  aaa bak  bu sararmamış yeşil kalmış”, geçenlerde salondaki çekmeceleri düzeltirken  bir ajandanın arasında kurutmak için topladığın yaprağı ve o sarı çiçeği buldum.







Daha bir buçuk iki yaşındayken ben seni sonbaharda dökülen yapraklarla oyna, üzerinde yürü diye parklara götürür, yollarda gezdirir, sen onları avuçlar  atardın oraya buraya, bazen de bir temizlik görevlisi gibi toplar tepe yapardın sararmış yapraklardan. 2016 yılının Eylül ayında ilk okula başladın ki aynı okulun ana sınıfına gitmiştin bir yıl önce; iyi bir eğitim alman  en çok isteğimiz  şeydi ki bunun için annen ve benimde hayalim senin  iki kuzeninin de okuduğu Ankara’nın en iyi okullarından  Tevfik Fikret’te okumandı; oraya  kaydını yapmak için    torpil  bile yapmaya çalışmış, başaramamıştık;  sonunda kuraya katılmış ki o  noter huzurundaki kura çekiminde ben ve babanda torbadan sayıları çekmiştik  ama ikimizde numaranı çekememiştik.Çok üzülüyorduk ki yedekte ya 4 yada 3 sırada olunca havalara uçmuştuk annenle. Kesin demiştik o gün kesin girecek illaki birileri kayıt yapmaz, "Can şanslı bir çocuk, biliyordum."

 İşte ilk okul birinci sınıfa başladığın 2015 Eylül’ün de  yılında 25-26 Kasım da TEOG sınavı yapıldığından tatildin ve tabii iki gün bizdeydin. O gün sabah 11 gibi yanımızdaki  parka gidiyoruz; hava ılık  yağdı, yağacak yağmur, rüzgar var ama sen illaki “haydi ama dışarı gidelim”le bunaltıyorsun beni, dediğin oluyor yine  ve ben  aşağıdaki videodaki  “bu yaz hangi mevsim”  sorun  ne çok güldürmüştü beni.




O gün ne çok oynamıştın göreceğin o son  sonbaharın dökülmüş yapraklarıyla. Avuçlayıp savurmuştun havaya yaprakları...Sonra uzanmıştın onlarca yaprağın üzerine ben sana “yapma  Can” dememiştim.






Yaprakların üzerine yatmışsın, ben de  yukarıdaki resmini çekiyorum “ben öldüm bak” diyerek kıpırtısız durmuştun ki aynı sözü Haziran 2016’da senin çok sevdiğin o oyunu hani “üç yaşında, beş yaşında” kaplan oyununu oynarken de sarf etmiştin ben de gıdıklayarak “Can, Can kalk haydi numaracı seni“yle  kaldırmıştım,” parktaysa “ hava  soğuk hasta olursun   haydi kalk “demiştim  sen kalkmayınca da “haydi ama kalk bakalım” demiş  “öldüm “ lafının üstünde bile durmamıştım  hiç.






Acaba  “kızlar , bebekler için“ ya da “kız işi”  diyerek almadığın pembe topu, oyuncağı  unutup çeşit çeşit küpe mi takacaktın şu karşıdan gelen adaşın  gibi uzun boylu  zayıf mı olacaktın, pek bir özen gösterdiğin hatta ortasından bir tutamı yukarı  kaldırıp  jölelediğin  dağıtınca şakadan ben ağladığın o güzel  düz  siyah saçlarını Amerikan tıraşı yapmak yerine uzatacak, belki de at kuyruğu yapıp arkadan toplayacaktın.

Bunlar aklıma geliyor işte, ama her gün aklıma geliyor her gün karşıdan gelen bir yaşıtını görürü görmez gözden kaybedinceye  kadar takip ediyorum, davranışında, konuşmasında, yürüyüşünde  senden izler arayarak. Ve Can aslında ne çok benziyormuş çocukların konuşmaları, yaptıkları, davranışları birbirine şimdi fark ediyorum.

Biliyorum tatlım benim, artık biliyorum yaşayamadığın kadar sevmiş olursun, yaşayamadığın kadar büyük olur sevgin. Yaşayamadığın kadar ukde dolusundur  da kimseler bilmez. Yaşadıkları değil yaşayamadıklarıdır en çok insana koyan, yaralayan, alt üst bende.O içte kalan uktedir işte ölene kadar kanayan; senin 7 yıllık hayat yaşaman, çok  uzun bir ömür sürecekken ki hem anne hem baba tarafın genetik olarak öyle uzun ömür süren insanlarla dolu ki  hayatına son noktanın bir ihmal,  bir kazayla konulması nasıl...nasıl yok, kahretmez insanı. Nasıl dağıtmaz beynini kuzenlerin, yaşıtların  ergenliği yaşamışken senin yaşayamayacak olman.

Ahhh Can’o ahhh, ne kadar saçma geliyor şimdi çocuklar için söylenen, söylediğim “şansı bol olsun” temennileri. Ne şansı Can’o ne şansı ....bir çocuğun hayatının seyrini, başına gelecekleri şans belirlemiyormuş ki.  Meğer Bir çocuğun kaderini, yaşayacaklarını belirleyen hiç birimize seçme hakkı tanınmamış  anne, baba ve onların aileleri,  onların verdikleri kararlarmış. Bir çocuğa ne yedirirsen onu sever,  kitap okursan kitap okur, nereye götürürsen oraya gitmeyi sever, ister, anne, babanın çevresindekilerin  cümleleri taklit eder senin “aynen”, “Allah, Allah” ,  “ee yani”leri kullanman gibi. Çünkü her anlamda bir çocuk kendine bakana, doğurana bağlıdır   tek başına ne gezebilir, ne yemek yapabilir, ne de kitap okuyabilir, ne de bir yere gidebilir.








Temenni ne olmalıydı biliyor musun yavrum,  “eğer şanslıysa bir çocuğun bahtına vicdanlı,  mantıklı atacağı her adımın çocuğunun geleceğini belirleyeceğini bilerek dikkat eden, çocuğunu tehlikelerden, kazalardan  koruyan bir anne, baba düşsün”. Değiştiremeyeceğimiz genetik mirasa annen babanın davranışı, söylemleriyle eklediği   özelliklerle oluşur kişilikler.


Şimdi şimdi fark ediyorum kurduğumuz hayallerimiz bile ebeveynlerimizin hayalleriymiş. Yaşayamadıklarını, başaramadıklarını kendi hayallerini  dayatmışlar bize hayalin diye.  Şimdi, şimdi anlıyorum ki çocuklar ebeveynlerinin, ilişkide oldukları akrabalarının  söylediklerini değil yaptıklarını yapıyorlar. Aileler de iyi bir eğitim almamışlarsa çocukları iyi bir eğitim alsın, baleye, piyanoya, tenis gitsin istiyorlar; kendilerinde gördükleri ne eksilik varsa onu kapatmaya çalışıyorlar çocuklarıyla. Öyle bir dayatma yani tıpkı devletin topluma  tek tipçi dayatması gibi ki o dayatma ancak bir asır sürebildi.

Bilimsel olarak ta bir çocuğun kişiliği 7 yaşına kadar oluşur diyor uzmanlar yani 7 yaşına kadar nasıl biçimlenir, nasıl yetiştirilirse O’dur. Onun içindir “7 sinde neyse 70 inde o’dur, değişmez” sözü, ha değişmez mi değişir eğer eksiliğini, hatasını fark ederde  değişmek isterse değişirsiniz yoksa değişmezsiniz.

Ve çok gariptir oğlum, anne ve babanın beğendiğimiz,  beğenmediğimiz huyları, davranışları, yemek alışkınları bizde tezahur etse de, bizde ifadesini bulsa da bunun farkında olunmaz; olunsa da itiraf edilmez; aynı kelimelerle konuşuruz, aynı şekilde yürürüz mesela sen yavrum senin yürüyüşün babana  benzerdi, ”ayyy asla benzemem ben babama, anneme” cümlesi sadece bir laftır, sadece... objektif bir bakış açısı gerekir gerçeği itiraf için.. 

Her gün kullanılan ebeveynleri aklama “ hangi ana baba ister çocuğunun  öyle olmasını”, “ölümünü”  maskesi de yok edemiyor; ne  bir çocuğun olumsuz davranışlarında,  ne   bir trafik kazasında  senin ya da havuzda babasının gözü önünde boğulan  akranın 6 yaşındaki Yiğit Atakan’nın  ölümünde  anne ve babanın ihmalinin varlığını. Onlarca trafik kazasında baba direksiyonda, çocuk ya ön koltukta ya da arkada  anne kucağında veya yanında ama illaki emniyet kemersiz. İnsan neye yanıyor oğlum biliyor musun sen ABD’de, Avrupa’da, Japonya’da doğsaydın, yaşasaydın ölmezdin  trafik kazasında emniyet kemeri takılmadı diye...






Çocukların kaderini  ebeveynleri, ailesi çizer. Onlarda ne yazık ailede, çevrelerinde  kendisi gibi düşünenler  “haklısın, doğru düşünüyorsun, onlara ne”yle destek, akıl verenlerle ilişki kurarlar. Hoşlanmadıkları aile üyelerinin, arkadaşlarının dediklerine kulak tıkarlar ki zaten bu ülkede herkes her şeyin en doğrusunu bildiğinden, yaptığından; iyi niyetli uyarılara da  “kime, Ona ne, benim çocuğum, benim kararım”la karşılık verdiğinden, hoşlanılmayanlar çocuğun kaderinin  etkili olamaz,  söz hakları da bulunmaz ebeveynin onayı yoktur ki onlara.

Seni kaybettikten sonra güzel oğlum benim; acaba “arayıp sakın Cem’e araba kiralama, sakın gitmeyin Şirince’ye” deseydim beni dinler miydi annen diye o kadar çok düşündüm ki... ama biliyorum hayır, asla dinlemezdi, zaten benim uyarılarıma azıcık dikkat etseydi, hayatının sonlanmasında  en önemli rolü oynayacak  F.  teyzen kadar  dinleseydi beni,  sen bugün yaşıyordun. Şirin’ce; ben sizin Şirince’ye gideceğinizi biliyordum zira  anneannen o sabah 2 Temmuz sabahı dedi ki  “L.  araba kiralayıp bugün  Şirince’ye gidecekmiş”. İnan yavrum nasıl garip bir şeydir  anlamış değilim hâlâ ılık ılık aktı içime; bir sızı “anne nasıl olur, o yol ne kadar virajlı Cem nasıl çıkar o yolu” dedim ben korkarak ama susarak.

Ve kaza yapmış Cem diye haber verdiğinde İ.,  kaza   Şirince’ye giderken  oldu sanıyordum, Assos’a giderken olduğunu sonra öğrenecektim. Niye Assos ?  Niye...kim bilir kim aklına koydu Assos’u kim?   





30.07.2011


Ha bunları yazmak bu saatten sonra neyi  değiştirir; ne yazsam, ne söylesem hep eksik yavrum, hayatın  ergenliğini, olgunluğunu yaşamayacağını, akranların büyürken senin büyümeyeceğini bilmek  bütün bunlar; can yakacak, ruhu sızlatacak bütün bu ukdeler  geride kalanın kalbini, hayatını  parçalayacak öldürücü bir  hançerdir...o kadar.

Hani ben gelecektim ya “Can beyle görüşmek istiyorum” diyecektim sekreterinde bana “hanımefendi oturun bir dakika  Can beye haber vereyim “ dersen seni arayacaktı sen “ benim teyzemi  niye bekletin “ le    beyaz gömleğini kıvırmış  belki lacivert kravatınla kapıda belirecektin. Tabii ki sen genel müdür falan makamı olan biriydin hatırladın mı  mutfakta sana yemek yedirirken bunları konuşurduk.

Ve sen diye devam etmiştim ben hikayeyi tamamlamak üzerek ağzına anneannenin her sene sırf siz torunları için o artık romatizmadan yamulmuş elleriyle yaptığı tarhanaya tavuk suyunu çok koyduğunda katılaşsın diye arpa şehriye attığım, senin de çok sevdiğin   “küçük kaşıkla ver” dediğin  arpa şehriyeli tarhanayı  değil bütün yemekleri  yemen için  kahramanı sen, ben, aile, parktaki arkadaşların; Zeynep, Berk  olan    seni oyalayacak hikayeler anlatırdım. Can! her yemek yediğinde sonunda tabağında illaki bir iki kaşık bırakırdın ya,  ne yaparsak yapalım o bir iki kaşığı yemezdin niye yavrum,  huyunu bildiğimizden  ısrar etmiyorduk bizde. 

Anlatırken  “öyle değil mi Can’o, sen de öyle yapardın “,  “evet kızacağım Güşeni niye bekletin, hemen kapıyı açıp odama koy“ derdin. Yaşamadan yaşamıştık biz pek çok şeyi konuşmalarımız, hayallerimizle, hikâyelerimizle.






Hızlı geçmişiz biz hayatı seninle; yaşayacaklarını önden yaşamışız kelimelerle, hikayelerle mutfakta ki o cam masamızda ki  parkelerin üzerine  düşmüş kırıntıları  İKEA dan alınan yün temizleyicisi  ruloyla temizlediğinde kafanı çarpacaksın diye korktuğumuz  ve senin de   birkaç kez   başını vurduğun çok acıttığından   “ayyyy kör olaydım  sana Can, çok mu acıdı, çok mu yavrum?” telaşıyla  eğilince benim de  başımı vuruşum.

Sen yanımızdayken canın acımasın tek istediğimiz bu bizim annemle. Koşarken düşüyorsun  salonda; annem “ayyyy derken kendi saçlarını yolluyor” kalkıp sana koşacağına; acını mı hissetmek istiyor ne... teyzem de bizde şaşırıyor “kalksana saçını yolacağına çocuğun yanına git” diyene kadar ben yetiştim mutfaktan “ hayret be anne!” .Anlık oluyor her şey yazarken insan bunca sözün, olayın bir iki saniyede nasıl olduğuna, sözcüklerin dudaklardan nasıl döküldüğüne şaşırıyor.


Ben sana yemek yedirirken karşı apartmanda ki köpekcik Limon çıkardı  balkona “bak Limon bak “ hani, hani  “ bak işte ya dolabın altına girdi”  sen görmezdin ben de gözlerinin bozukluğundan  şüphelenirdim “uzağı mı görmüyor acaba”...o acaba annene telefon ettirtir  “televizyonu da çokta yakın seyrediyor, sesini de açıyor sonuna kadar bir doktora göstersek ...” götürülürdün sonra anlatırdın doktorun gösterdiği resimleri nasıl gördüğünü el kol hareketlerini de ekleyerek; “korkmam dişçiden  Mine gibi, çürük var ama doktor nasılsa düşecek dişleri çekmeyelim dedi anneme.

Doktor seti oyuncaklarınla oynardık stetoskopu takar dinlerdin, ben doktor olurdum “hoş geldiniz Can bey, şikayetiniz ? oturun şöyle atletinizi sıyıralım bakalım,  derin nefes alın, öksürün, evet çok iyi  kalbinizi  de dinleyeyim, nabzınıza bakalım, uzanın şimdi” elimle karnını muayene ederdim sen tam bir hasta gibi kıpırtısız  bekler sorduğum “burası mı ağrıyor” sorularına kısa kısa  cevaplar  verirdin “yok burası, çok ağrıyor”,  “ ağzınızı açın dilinizi dışarı çıkarın “aaaaa” deyin, ooo kızarmış pek berbat, ateşiniz de var”  bir kağıda reçete yazardım “bu ilaçları hemen eczaneden alın, bol bol su, meyve, tabakta yemek bırakmak yok ” .

Sonra sen doktor, ben, anneannen  hasta olurdu. O kadar çok hastaneye taşıdık ki seni, Güven, Medicana, Bayındır, sağlık ocağı, Ertuğrul bey... O kadar  sık hastalanıyordun ki  her hastalanışında sen beş yaşına geldiğinde nedenini anlayacağımız annende anlayamadığımız bir kaygı “ya Gülsen  sağlık ocağına bir götürsen de ciğerlerini dinletsen Ertuğrul beye, öksürüyor, ciğerden geliyor  acaba ” o bitmeyen öksürüklerin....




07.08.2015



I.’dan senin için aldığım bilgisayarı kullanmadan önce yukarıdaki resminde de görüldüğü üzere benim bilgisayarıma el koyar bende sana eşlik etmek için koltuğu çekerdim yanına hem  oyun oynarken “yanıma da dur, gelll” dediğinden hem de  Spider Man, Hazal bebek, balon patlatmaca  onlarca oyunu bir sen,  bir ben  sırayla oynadığımızdan.

İşte ortak  kullandığımız  bilgisayarımda  2013 yılından bu yana masaüstünde  açtığım “Can test”  klasöründe, Eylül 2012’de emekli olduktan sonra izin alma gerekçem ortadan kalktığından    19 Nisan 2013’de İstanbul’da 800TL’ye yaptırdığım  “Cambridge testi”, “besin intolerans testi”nde çıkan sonuçlara göre beslenip faydasını görünce; senin de müzminleşen öksürüklerinin nedeni bir türlü bulunmayınca; koca Güven hastanesinde yapılan alerji testinde baharda şu an adını bilmediğim her yerde rastlanacak bir ota, bir buğday türüne alerjin olduğunu söyleyip, astım tedavisinde kullanılan ağza fısfıs yapılan bir ilacı dayadılar hemen...

“ Nasıl  bir test yapıldı”  dedim annene   “kan örneği alıp baktılar”; “resmini  göster de bilelim nasıl bir otmuş, gördüğümüzde uzaklaşalım bari..” cep telefonuna resmini çekmiş, gösteriyor; yabani buğdaya benzettiğim, dolaştığımıza bütün parklarda görebileceğimiz bir tür ot.

Neyse, okuduğum  masallarda, izlediğin çizgi filmlerde  duyduğundan kolayca içeceğini tahmin ettiğim ıhlamur, zencefil, tarçın,  adaçayı limon, Dikilide etkisini bilemediğimden  korkarak topladığım okaliptüs, zeytin yaprağı  kullanarak  sana  iksir adı altında “Can bu iksiri iç, bomba gibi olacaksın, boğaz ağrın öksürüğün hemen geçecek”li   bin bir çeşit güzellemeyle bazen yüzünü ekşiterek bazen cidden severek ama hep “haydi iki  yudum daha bak sonra oynayacağız, dışarı çıkacağız, Öğretmenler kırtasiyeden top,  sticer alacağız ” vaatleriyle içtiğin o çaylar; denediğim onlarca macun, pastile rağmen  öksürüğün dinmedi... dinmedi. Ki ben sana verdiğim bütün vaatleri de anında yerine getirirdim güvenin zedelenmesin diye. 







İpek hanımın çiftliğinden getirdiğim doğal nişasta, süt azıcık şeker katarak yaptığım muhallebi, siyah turpun içine bal koyarak bir gece bekletmek dahil  Erkan Topuz, Canan Karatay,  Ahmet Rasim Küçükusta,  Ahmet Maranki, Ümit   Aktaş , Mehmet Aydın,  İbrahim Saraçoğlu  ilaç kullanmayı sevmeyen, ticari değil insan sağlığını düşünerek doğru bilgilendiren  doktorlar ne anlatmış, ne yedirin içirin demişlerse televizyona çıktıklarında elimde kağıt kalem “öksürük“, “reflü “ boğaz ağrısı” için  ne tavsiye etmişlerse onları yaptım hep.

Misal    “kuru kök zencefil, 3 diş karanfil, adaçayı;  bir boğumu kadar kuru kök zencefil ve 3 diş karanfili 1 su bardağı kaynamakta olan suyun içine atın. 6 dakika ağzı kapalı olarak kaynatın. Altını kapattıktan sonra 1 tatlı kaşığı ada çayı ekleyin. Tekrar ağzını kapatın ve kaynatmadan 10 dakika demlenmeye bırakın. Soğutmadan için. Yetişkinler bu grip çayından 2 saatte bir, 1 su bardağı ölçüsünde içebilirler. Çocuklar için 1 çay bardağı ölçüsünde verilmelidir”  yazar hemen anneni  arardım  “şimdi Ümit diye bir doktor çıktı  dedi ki...... mantıklı geldi yapalım, bir deneyelim”...

Faydası olmadı değil  eğer bizim evdeysen  akşam evde yiyeceğin çorban,  yemeğin, içeceğin iksirin illa ki kavanoza konmuş hazır beklerdi seni almaya gelecek  annene verilmek üzere. Annene  derdim  “bak  küçük kavanozdaki çayı mutlaka ver, bütün gün ben üç kere verdim, yatmadan gargara yapsın “adaçayı” cidden faydalı. Bugün  zencefil, bal, tarçın verdim iyi geldi  ya da  ayva yaprağını kaynattım içine limon azıcıkta olsa kesildi öğlenden bu yana hiç öksürmedi. Unutma sakın.”  Eğer sizin evdeysek kaloriferin üzerine koyardım en az iki üç çay bardağında iksirin  portakal suyun, meyve suların ve aynı talimatları verirdim annene “unutma”

Eve gider senin yattığını düşünür arardım “içirdin mi, yattı mı Can” “ayy şimdi içireceğim,  ne yatması canavar olmuş zıplıyor yatakta...  Ne içirirsem içereyim etkisi olsun diye en az yarım saat sonra bir şey içmene, yemen izin vermezdim. Ama çocuksun bazen dayanamaz ağzına atıverirdin bir şey.






Öksürükle baş edemedik,  gastrolojiye bile göndertti doktorlar seni,  reflü olabilir demesin mi biri. Mide ilacı bile Gaviscon bile kullanıldı san, “niye Can’ı takip eden bir çocuk doktor yok”  dedim annene o da haklı olarak “güven hastanesi” çocuk  bölümündeki doktorlar takip ediyor  daha ne olsun. Ama sonra “ bu doktorlarda bir şey biliyorsa...” kanaati hem annende hem bende yerleşti...


Sonra 2015 yılında Medicana da bir doktora götürdük seni, baban ben ve seni evden almış annende işyerinden gelmişti. O doktoru annen beğendi; işin garibi adı Hülya olan o doktor seni ultrasona gönderdi; karnın ağrıyor diye böbreklerine bakılsın istedi; ertesi güne randevu aldık ultrasondan neyse ki annen götürmekten vazgeçti. İnsanı öyle bir hale sokuyorlar , insanın içine öyle bir kuşku şırınga ediyorlar,  öyle bir konuşuyorlardı ki doktorlar  misal eğer ultrasona sokmazsak seni böbreklerinde bir şey çıkarsa  ilerde,  töhmet altında kalınacağından ister istemez evet diyorduk.  Kısacık ömrün doktorlarla  büyük imtihanın oldu.



11.06.2012 cep telefonum elinde 


Ben o test sonuçlarına göre beslenmeye başlayıp faydasını görünce aynı şikâyetlerden muzdarip annen de yapmak istedi “ama şu an maddi açıdan çok kötüyüm, kredi çektim ev aldım;  onarımı  tamiri,  teste verecek param yok” ,  “saçmalama, sorun değil ben veririm sen sonra eline bollaşınca ödersin,  para yok diye Can’nın perişan olmasına izin mi vereceğiz,  araştırayım Ankara’da nerede yapılıyor  ”.  

24 Nisan 2013 Çarşamba  günü  araştırmışım ;Cambridge diye bir Word dosyasına atmışım  bilgileri; Bahçelievler de 3. cadde de Dr. Aslı Eralp. Üstelikte  bir hafta önce yaptığım test güya kampanyaya girmişmiş kişi başı 500 TL’ye inmiş. Cumartesiye randevu alıyorum  sen 3 yıl 7 aylıksın, annen, anneannen  ve ben taksiyle gidiyoruz. Doktor hanım kendi çocuğuna da yaptırdığı testin faydasıyla ilgili  güzellemelerine devam ediyor, her çocuk gibi  nefret ediyordun  kan vermekten canın yandığından. Annenin kucağındasın bir ağlama öyle böyle değil halbuki parmağının ucundan alınacak azıcık.


Hemşirenin “Can  pencereden bak sokakta ne var,  annesi  Can çok cesur bir çocuk değil mi, aaaa bak balon, sinek ısırığı gibi azıcık bir sızı Can”  telkinleri annenin kucağındaki senin  “yapma, yapma”  haykırışlarına karışınca dayanamıyorum koridora çıkıyorum, anneannen oynuyor  valla oynuyor “bak Can bak”  neyse alınıyor kan, muayenehaneni altında cafe var  oturuyoruz sana hamburger patates kızartması hapur hupur yiyorsun. Patates kızarmalarına ketçap ve mayonez ama asla patatesin üstüne dökmezdin yan tarafına döker,  karıştırılmasını sevmezdin ayrı ayrı önce ketçap sonra mayoneze batırırdın,  farkına varmadan poşeti açıp birbirine karıştırsak kızar ağlardın “Can tamam oğlum  bak buraya ayrı ayrı döküyorum oldu mu, ağlama oğlum.”







Hep böyle yedin patates kızartmasını, ilk başlarda salatalık turşusunu da çıkartırdın hamburgerden sonra o kadar çok sevdin ki  3,5 yaşında falandın Tiflis caddesinde yol üstü uğrak yerimiz Beğendik’te cam tezgahın ardındaki çubuk turşusunu gösterip “bunu alsana”  şaşırmıştım, “ağzım sulandı” gülüyorum nereden kaptın kim bilir bu sözü. “Sen turşu  yiyor musun”, “evet, babam alıyor, çok seviyorum” Allah Allah,  satıcı bir tane veriyor nasıl zevkle  yiyorsun eve gelir gelmez koca bir tabak turşuyu bitiriyorsun. Kesinlikle hamburgerin de soğan, marul varsa çıkartırdın, bir de maydanozu börekten, anneannenin yaptığı gözlemlerinden ki sen sade gözlemeyi severdin benim gibi onun içinde annem sana hep sade gözleme yapardı.

Ama mayıs 2016  cam masada oturuyoruz ben ipek hanım çiftliğinden gelen maydanozu yiyorum çiğ ; “bana da ver “diyorsun “ aaa sen yiyecek misin” evet” korkuyorum sapı boğazında kalır, yutamazsın diye ama sen 3 dört dal maydanozu yiyorsun benim gibi. Şimdi ne zaman maydanoz sofrada olsa senin “ bana da  ver” sesin Can’oooo.


26.10.2012 Beypazarın da 

Can test klasörüne baktım bunları yazarken 30.04.2013 test tarihi notu düşülmüş sonuçların yanına. Evet hemen hemen her şeye maya, süt nispeten keçi sütüne az , yumurta sarısı, beyazı, buğday, ceviz, badem,  bezelye,  bal  yani yok yok bir tablo , “iyi de  bu çocuğa biz ne yedireceğiz her şeye alerjisi var “.Hemen diyetisyeni arıyoruz “fayda görmek için en azından üç ay uygulayın” Annem benden alışkın  “ben mayasız ekmek yaparım “diyor.


Ama baş edilecek gibi değil yasak listen tabii bu işe en çok bozulan babaannen “ çocuk, daha olur mu bunun her şeye ihtiyacı var “ gerçi annem de onun gibi düşünüyor, cidden de  çocukta bunu uygulamak imkansız. Nitekim imkansız da oluyor zira başta babaanne yasaklar deliniyor. Annen “ inadına yapıyor sanki H. hanım ben çilek yemesin diyorum o çilek alıyor, çilek ya hepsi hormonlu.” Annenin, benim  bu karşı çıkışımıza senin en sevdiğin meyve olacaktı çilek, karpuz. Annen, ben bile sana çilek alacaktık kıyamayıp.


2010 yılı  dört ya da beş aylıktın sağlık ocağında aşı yapılmış, sen bir ağlama tutturuyorsun  annen bir bakıyor ki bacağında şişme taksiye atıp  o zaman Turan Güneş’te yeni açılmış Çağ Tıp’a götürüyorlar, annemle. Doktor “ilaç toplanmış ovun dağılsın, sıcak kompres yapın arada” .İşten eve bir geldim annen, annem bitik o kadar üzülmüş, korkmuşlar ki sen figanlarına takside de devam edince. Ben geldiğimde de ağlıyordun kucağında sen,  bir o yana bir bu yana dolanıyordu annen. Tabii elimi yıkayıp, üstümdekileri çıkarır çıkarmaz “verin bana” dedim, salonda koltuğa oturdum , dizlerime bir yastık üzerine seni koydum başladım “dı lori, lori dı lori lori” inanamadılar evdekiler, sustun sen, uyudun “mahvoldu yavrum” diye annen çok üzüldü. Büyüdüğünde bu olayı anlatım sana “kimse susturamamış mı seni? Sende  sanki  beni beklemişsin  sesimi duyar duymaz sustun” bak böyle salladım,  dinle bak bunu söyledim dı lori lori, dı lori lori”






İlk yaz tatilinden Dikili’den döneceğin günü iple çekiyorum baban havaalanından sizi almaya gidiyor, sizdeyim bende, unutmuşsun sanıyorum beni ama tanıyorsun sesimi unutmamışsın. Nihayet baban da  iş buluyor. Annen çok seviniyor    hem babaannenin sık sık ağlamasının, sürekli antidepresan kullanmasının senin gelişimini  olumsuz etkilemesinden,    hem de akşamları iş çıkışı gece yarılarına kadar  temizlik yapmaktan bitap düştüğünden  seni kreşe vererek sorunu çözeceğine inanıyor.


Babaannen küçük plastik saklama kaplarına koyuyor  yemeklerini, meyveni, biberona da su haydi parka Basın sitesinin karşısındaki parka,  orada yemeğini yediriyor hem de diğer anneanneler, babaannelerle sohbet ediyor. Anneanne ve babaannelerin tekelinde çocuk bakmak bir sektör haline gelmiş “ bugün Can’ı gördüm kapıcı çocuğu gibi... ağzı burnu yağ içinde, o ne hal “ diyor F.teyzen, annene hoşnutsuzluğunu da belirtmeyi ihmal etmeden.

Annenin öfkesini besliyor F., O da  “F.”nin dediği gibi daha kentli olamamışlar göçebeler ayol, ne öyle dışarda yemek yedirmek” “kaç kere söyledim ya kaç kere çizgi film çok seyrettirmeyin diye ama televizyon hep açık, bunlar nasıl öğretmen, bunların yetiştireceği çocuktan ne olur ” söyleniyor ha bire.



bu sepetin içinde dolaştırılmayı ne çok severdin 


Annen öyle duygularını, öfkesini hemen göstermez biriktirir,  biriktirir patlardı ama ne patlama... Seni kreşe göndermek  annen için hoşnut olmadığı ortamdan kurtuluşun tek yolu, başka çare yok ona göre...Annem baksın da diyemiyor babaannene çünkü “niye” sorusuna  tatmin edecek bir cevap veremeyeceğine inanıyor, babaanneni kırmakta istemiyor. Babaannene seni kreşe göndereceğini  söyleyecek yol arıyorken yeni çıkmış dişin kırılıyor parkta; babaannen çok üzülüyor kan akıyor ağzından,  doktor sana antibiyotik veriyor. İlk antibiyotiğini alıyorsun böylece, annen bu olaydan  çok etkilendi , duyar duymaz koştuk dudağın  patlamış, şişmişti  “acıdı.. “ diyordun.

Annen bu olay sonrası babaannenin kullandığı antidepresan yüzünden dikkatini toplayamadığına iyice inandı antibiyotik kullandın diye de çok üzüldü  iyice   tedirgin ve güvensiz oldu babaannene karşı ve kararını verdi. Sonraları annen dedi ki “eğer Cem çalışıyor olsaydı,  maddi durumum iyi olsaydı kadın tutardım kimseye baktırmazdım.” Daha iki yaşındasın; kreş araştırıyor “ çok küçük” diyorum ama annenin huzura kavuşması için senin kreşe başlaman şart. Yine Dikili’ye gidiyor tatile    seni alıp baban yeni işe girdiğinden  izni yok, döndükten sonra da kreşe veriyor seni. Senin kreşe gideceğini  de baban söylüyor babaannene. 



Memel’in aşkı mı oldun sen?


Sonunda yukarıdaki  videoda ki konuşmalardan da  anlaşılacağı  üzere bana “aşkım” derken yeni aşkın “emel”in senin deyiminle “memel”in  öğretmenin olduğu kreşe başlıyorsun. “H. hanım bir şey “dedi mi “bakma yok o da yoruluyor, ta nereden geliyor  işine gelmiştir, en doğrusu buydu” diyor annen. Sanıyorum bir aya yakın babaannen aldı seni servisten ki çok üzülmüştü senin kreşe verilmene “boşlukta kaldım, çok özlüyorum, sesi hep kulağımda ” onu çok iyi anlıyordum  zira annem 5 yıl baktığı İ. kreşe verildiğinde delirdi. Dayanamadı kreşinin  önüne gitti, bekledi “   zaten okula başlayacak  bir yıl sonra , yapmayın ...” diyerek kreşten aldırdı İ’yi.



Şimdi şu an seninle hava kararınca kaç siyah, kaç beyaz, kaç gri  araba geçecek ya da gelecek olan arabanın, zırtopırtların  rengini tahmin etme oyununu oynamak için sokağa baktığımız  pencereden sensiz bakıyorum “Can gördün mü bebek pencerede”. Lambalar yakıldı çoktan,  kimin perdesi açık, kiminin kapalı mutfaklarda akşam yemeği telaşı, karşıdaki evde kadın domates yıkıyor. Her ev, her pencere bir hikaye yavrum bilinmedik, anlatılmayan bir hikaye. Bu hikâyelerde ortak, tanıdık nokta kayınvalidelerle ilgili her evde yapılan konuşmaların, dertlenmelerin aynılığı. Yalnızca annenin değil ki annen annemden de şikâyet ederdi çocuk yetiştireme konusunda, herkesin herkese hep  bir kulp bularak kendisini iyi hissettiği bir toplum bizim ki. Kimse  de açık açık anlatmadığından evlerde olanları kapalı kutudur her şey. Senin hayatını, başına gelenleri, yaşadıklarını  yazmaya karar vermemiş olsaydım , kimse bilmeyecekti  yaşadıklarımızı tıpkı diğerlerini bilmediğimiz  gibi.










Babaannenin de boşluğa düşmesi, zorlanması  çok normaldi bütün gününü birlikte geçirdiği  her şeyini düşündüğü tek  torunundan ayrılması onun açısından kolay değildi ama hayat böyleydi işte..eninde sonunda çocuklar büyüyüp kendi hayatlarını yaşayacak, okula giderek  günlerini okulda geçireceklerdi.... böyle böyle devam edecekti hayat. Biz deneyimliydik o yüzden babaannene “çok sev Can’oyu, tadını çıkar bu günlerin, okula başlar başlamaz  her şey değişir,  ben öyle yapıyorum. Bizim diğer torunlar  büyüdü gözleri bizi görmüyor; okul, kurs, sınav. elimizde bir Can’o kaldı bu günlerin kıymetini bilelim”  



2009 Eylül’ünde doğan seni çok net olmasa da  Nisan ya da Mayıs 2010 kadar annen; o günden sonra yukarıdaki videonun çekildiği 30 Temmuz 2011 tarihinde  görüleceği üzere  Haziran 2011’e kadar da  dedenle hastanede kaldığı, devre mülk için Kızılcahamam’a gittiği  arada mola verdiği günleri de çıkarsak yaklaşık on  ya da on bir ay  babaannen baktı sana. Ne garip gittiğin her kreşin adını hatırlıyorum ama ilk kreşinin  hatırlayamıyorum galiba “Sudoku”ydu, 4. cadde’deydi; 2 yaşına girmene 3 ay varken kreşe yolluyor  annen seni.







Annem veya ben ya da ikimiz birlikte  seni alıyoruz servisten, annem  her gün  evinize yürüyor, ben daha emekli değilim ama  çok yoğun da değilim  servisten geliş saatine göre ayarlıyorum iş çıkışını. Servis 16, 16.30 gibi kapıda oluyor azıcık gecikti mi deliriyor  illaki arıyorum bakıcı kadını “trafik” , “az geç çıktık”. Gelince yoğurdun, çorban hazır annen “dolapta şu, şu köfte var “ ya da “ bugün yemek yok  çorba  yapsanız” ya da “, bulaşık makinasını boşaltsan”  gibi onlarca şey söylüyor. Genelde annem zira ben aldığım ilaçlar yüzünden çok çabuk yoruluyorum  evinizi topluyor,  makinadan  bulaşıkları, çamaşırları  çıkarıyor, lavaboları, yerleri  siliyor ki annen eve gelince rahat etsin. Eğer  senin için  evde yemek yapıp getirdiğinden onları ısıtırdı sen gelince hazır olsun diye olmazsa olmazımız; her akşam bir kap yoğurttu. Çoğu kez annem  bu işleri yetiştirmek için evde kalıyor, seni almak için aşağıya ben iniyorum.


Servis geliyor  çokk küçüksün çokk,  kucağıma atlıyorsun beni görünce... nasıl nasıl seviniyorsun görünce ki esir kampından kurtulmuş bir esir gibisin; o yaşta. Kuzenin  İ. bize gelince  ben kuzenlerinle ilişkin olsun kardeş olsunlar sana diye “haydi Can’ı görmeye gidelim “ diyorum. İşte çocukluğunla ilgili  videoları da o gün çekiyor ilkokula giden  İ., seninle saklambaç oynuyor. Sonra komşun F.’nin kızı  İstanbul’da  üniversite  okuyan  öbür kuzenin de geliyor seni görmeye .







Sağlıklı diye annen tahtadan oyuncaklar alıyor sana annen, sana renkleri öğretiyoruz “Can kırmızı nerde, mor”,  “ em em “ ev yapıyorsun, parklarda kuma çizdim hep evleri bir sopayla...







Kreşleri hiç sevmedin sen, senin sevmediğini bildiğimden hep erken alırdım ya da bugün gitmesin derdim. Öyle sürekli bir ay her gün hiç  gitmedin kreşe, mola illaki mola verdin, verdirdik sana. Ne iyi yapmışım öyle yapmakla.










Koban diyorsun  kocaman demek  “ada” diyorsun “anne”ne .Senin kreşe başlamadan tek mutlu olan annen; temizlik sorunu bitiyor, senin için  kreşin iyi olduğunu düşünüyor ama sen çok küçüksün annem sürekli “olmaz ya haline baksana Can’nın, ne kadar küçük, bu kadar insanız,  bakarım ben ” diyor. Çocukları çok seven bir aileydik biz,  hele de anneannen ve ben. Belki  anne  nasıl olunur bilemeden ilk çocuğu beni kucağına 15’inde alan   12 yaşında evlendirilen anneannen   yaşayamadığı anneliği torunlarıyla yaşadığından; onları çocuklardın çok sevdi tıpkı  benim onları çocuğum yerine koyup kardeşlerimden çok sevmem gibi.


Annem sonunda  “gönderme ben bakacağım” diyor. Ben “ yaşlısın kendini zor taşıyorsun, ben de hastayım, babam var   çok yorulursun”, ” hayır çok küçük ne kadar mahzun, ne kadar masum ya bırakmam sürünsün kreşlerde yüreğim dayanmıyor,  ev işini yemekleri gece yaparım “. Diyebilirim ki 2-3 ay  sürmedi  kreşten alındın sen.


2010 yılı Eylül ayında M. dayının nikahına katıldın sen  ve 16 Eylül 2011 de her zaman çok seveceğin, resimlerini yapacağın Duru doğduğunda annem sana bakıyordu. 30 Eylül 2011 Duru’yu ziyarete gidiyorsun sen.









Her sabah yürüyüş yapan annem yürüyüşünü aksatmamak için sabahları daha da  erken kalkıyor yürüyüşünü yapıyor sonra  20 dakikalık  mesafeyi yürüyerek size geliyor, akşamda yine yürüyerek eve dönüyor; babaannen gibi o da kar, kış, yağmur, çamur  dinlemiyordu. Annenin servisi sabah 8,  akşam 19’da geldiğinden ona göre ayarlıyor geliş, gidişini.

  
Annem size gelince otomotikman evin bütün işi yemek, temizlik her şey  bana, sizin evinizdekilerde anneme kalıyordu ama annem benden şanslı hem sen vardın, hem de sizin evin işi bizimki kadar çok değildi. Üstelik  bir de yaşlı babama bunun ne demek olduğunu ancak yaşlanmış insanlarla yaşayanlar anlayabilir; yaşlılık bir nevi huysuz bir çocukluk  sendromu güzel oğlum; sana bakmak ona bakmaktan on kat daha çekici ve mutluk vericiydi. Çünkü  her şeyi sana bakanla öğreniyordun ama  yaşlı biri her şeyi bildiğini varsayarak  her şeye bir yorum, bir konuşma. Ömrü boyunca kızdığında anneme diye yazacaktım ki vazgeçtim  neredeyse hep “o kadın” dediği anneme  “ kadın yine iş buldu”  “demiyor ki bu adam yaşlıdır, bakıma muhtaçtır “diyerek verip veriştiriyordu; kölesi ya babamın annem..







Bu işten  hoşnut olmayanlardan  biri de teyzen F.,  aile oraya taşınmış gibi geliyor ona açık açık söylemese de; içten içe hoşnutsuzluğu  fark ediliyor. Evi kirlensin istemiyor annemle arasına bir mesafe koyuyor ki annem  seninle evine girip çıkmasın diye. Senin evine gittiğinde evini karıştırmadan haz almıyor .Annem de tedirgin zaten gitmek istemiyor F.’ye seninle.

 Öyle tuhaf işler yapıyor ki tanımayan anlam veremez. M. dayınları yemeğe çağırıyor elinde tavuk sizin evde  gelip yemeği hazırlıyor, sizin evde kabul ediyor, ağırlıyor evine çağırdığı aile üyelerini. İlk bebek ziyaretini yaptığın Duru’ya  annesi  korktuğundan banyo yaptıramıyor  öyle ki isilik oluyor annem de “yeni doğan çocuğa her gün  banyo yaptırılır arabanız var getirin ben yıkarım” diyor; Duru banyo yapmaya size geliyor.  “Can, Duru nasıl ağlıyor”  “bebe..bebe” dediğin  Duru’nun taklidini yapıyorsun. İnsanları da hayvanlar gibi çok iyi gözlemlerdin;  annem “Kemal bey” diye seslendiğinden babama senin de arada ”Kemal bey” diyerek bizi güldürdüğün babamın öyle güzel taklidini yapardın ki. 

F. teyzen bırak anneme yardımcı olmayı hiç aramıyor dahili telefondan dahi. Ben de annemin yanına geliyorum yardıma; sana bakıyoruz huyunu bildiğimden  F.’nin pek nadir gidiyorum  evine oysa aynı 41. nolu 2. blokta siz 7. , . F.de 10 katta oturuyor.






 Hava soğuk sıcak dinlemiyor, seni parka götürüyorum, gezdiriyorum, sadece parka değil sitenizin önündeki tek katlı bir gecekondunun bulunduğu büyük arsayı keşfe çıkıyoruz, çiçek topluyoruz  baharda “gelincik bu” ; büyüyorsun sen, yürüyorsun adam akıllı ki ilk adım atışın bizim evde; salondaki sehpanın yanındaydın birden sehpaya tutunup kalktın ve sanki hep yürüyormuşsun gibi yürüdün. Annene “videoya çek, emeklemesini, adım atışını, konuşmasını “ derdim arada videoya aldıklarını biliyorum.



Etrafımızdaki yaşıtlarından  erken diş çıkardın “baba” “dede”, “anne” “aşkım” dedin, heceledin, emekledin ve yürüdün. 5 aylıktın diş için patlamıştı damağın, hep çok hızlıydın, çocukluğunun bütün evrelerini çabucak tamamlıyordun.


Ailemizin klasik “haydi bana gel, bana gel ” oyunu seninle de  oynanıyor. Bakalım kime gelecek; ben annen, anneannen, İ. ,  ev de kim varsa diziliyoruz yan yana; bir çizgi gibi tek hatta  seni bizden uzakta  ortaya bırakıyoruz; herkes en şirin halini takınıyor “ aşkım haydi bana gel Can ” , “Can haydi annene “ “Gülsen’e” gel derken  ellerimizle gel gel işareti yapıyoruz. Sen kah bana, kah annene , kah  İ.’ye gidiyorsun tek gitmediğin  anneannene. Cümle kuruyorsun, her çocuğun efsanesi  “bu ne ”lere başlamışsın çoktan. Ara da babam da geliyor benimle size, yemek yemeğe

anneanneyle alışveriş


Anneannen bir gün  “yoruldum demedi” bir gün...  seni o kadar çok seviyordu ki ve sana o kadar güzel bakıyordu ki   annen işe gidince ağlamaya başlayan seni kucağına alıyor “haydi annene bay bay diyelim” pencerenin önüne götürüyor  “bak işte annen, haydi  sende el salla, erken gel annesi, Can seni bekliyor” ağlıyorsun sen el sallarken sonra annem sana “kedilere bak , bak bak arabaların altına giriyor” diyerek kedileri gösteriyor. Annenin tersine kedileri çok seviyorsun çokk, babanın evlenmeden önce iki  kedisi vardı birinin adı Marsık  hatta bir  keresinde kayboldu, baban çokk üzüldü  ilan hazırladı tek tek astı  bulundu işte o kedilere babaannen bakıyordu, sen onlara gidip geldikçe “Marsık çizdi bak, Marsık  çok yaramaz “lı  Marsık ’ın hikayelerini anlatırdın.





                               
Marsık




Ve 2013 yılında bizden üç sokak ötede annen ev alıp bana komşu geldiğinde  yolda, apartmanın önünde sokakta bir kedi görmeyelim ardına düşer  takip ederdik, arabaların altına bakar “pisi pisi” diye ayaklarını asfalta vururdun  arabanın altından  çıksınlar da peşine düşelim diye; özellikle baharda   en az bir saat peşlerinde dolanırdık. Onlar koşar bizde koşardık arkalarından öyle severdin kedileri. Kuaför Hüseyin “hayırdır “derdi “Can yine kedi kovalıyor.” Kedi apartmanın bahçesine girerdi biz de girerdik.












Sonra 2012 Şubat’ın da ben hastalanıyorum ağır bir ameliyat sağ kalın  bağırsağım alınıyor 1 metre;  kendime geldiğimde “anneme Can  ne olacak şimdi diyorum “ “babaannesi var, bakar “ diyor annem. 6  gün sonra eve gelince hastaneden  seni görmek istiyorum, getiriyorlar, unutmamışsın “Güşeni”.



Seni  çok seviyorum çokkk; sol göğsüm alındığında  narkozdan çıkar çıkmaz gözlerim nasıl  İ.’yi aramış, o halde anneme “çantamı aç İ.ye harçlık ver” diyecek kadar kendimi unutmuşsam  seni de o kadar  çok seviyorum; İ’yi nasıl kızım bilmişsem seni de oğlum sayıyorum..






Babaannen ben düzelene kadar sana bakıyor; annen aynı sıkıntıları yaşıyor yine çok huzursuz.  2012’nin Nisan ayının başında  tekrar annem bakmaya başlıyor zira M. deden  hastalanıyor, babaannen hastanede refakatçi. Nisan'nın 28'in de Hacıbektaş'a gidiyorsunuz. Sana diktiğimiz ağacı görmeye, annen kurbanını da kesiyor. Dönüşte G.lerin araba bozuluyor güç bela geliyorsunuz Ankara’ya. Baban arabasıyla G.leri evlerine bırakıyor o kadar kötü kullanıyor ki arabayı   ölüp ölüp diriliyorlar. Eve varır varmaz telefon ediyor G. "bilmiyordum ben,  ne kadar kötü bir şoför, yola çıkılmaz onunla”. 2012  Ekim’in 26'sında Beypazarı'na gidiyorsunuz gezmeye G.lerin arabasıyla zira annen asla cesaret edemiyor babanın kullanacağı arabanızla şehirlerarası yola çıkmaya 



Hacıbektaş'a giderken

  


Bense artık işe gidecek durumda değilim  emekliliği düşünüyorum. Ve benimle ilk tatiline çıkıyorsun sen, ben,  anneannen, annen. Dönüyoruz annen, ben, sen ; anneannen orada kalıyor zira deden büyük problem çözümsüz  “yaşlıyım, kim bakacak” sorunsalı. Daha Dikili’de  karar veriyor annen seni yeniden  kreşe yollamaya. Annenin daha izni bitmemişti, kreşe başlayana kadar  üçümüz birlikteyiz. Hafta da iki üç gün işe gidiyorum saat 3 gibi ayrılıyorum annen  arıyor ” kreşten aradılar Can bugün erken çıkacakmış yetişebilir misin” hemen fırlıyorum. Birim değiştirmişim  Dikmen’deki  genel müdürlükte arşiv bölümündeyim. İşyerim eve çok yakın; servis gelmeden  yetişiyorum. Seni beklerken aynı saatlerde torunu İpek’in  servisini bekleyen  anneannesiyle arkadaş oluyoruz, konuşuyor, sizlerden bahsediyoruz.


Servis gelmeden 1 ya da iki saat önce geliyorum evinize; yoğurdunu, yemeğini, meyveni, cevizini  çıkarıyorum. Seni beklerken evi toparlıyorum, temizlik yapıyorum, bulaşık makinesini boşaltıyorum. Sonra aşağıya iniyorum,  servis  gecikirse kafayı yiyorum.



Niye bilmiyorum vefatına kadar  içimde ancak seni kucağım alıp sarıldığımda biten bir korku;  sana bir şey oldu, olacak korkusuyla yaşadım. Asansöre biniyoruz  “ben basacağım”, “ne yaptınız bugün” “ düştüm” ayağım kaydı, havuza girdik.. anlatıyorsun kreşte olanları; bazen eve girmek  istemiyorsun önce parka gidiyoruz, pencereden T.’nin  basket oynayışını seyrettiğimiz basket  sahasın da top oynuyoruz. Büyümüşsün ya topu potaya atmaya çalışıyorsun atamıyorsun  ben atıyorum seviniyorsun. Sitenin içindeki basket sahasına yakın küçücük parkta salıyorum seni” haydi Paris’e”,  dönen  oyuncaklara biniyorsun. Siteyi keşf ediyoruz;havuzunuzu gösteriyorum sana, geçiyor günler.



14.04.2012  çok sevdiğin odamız ve kelebekler



Sonra “artık yeter haydi eve “mevsimine göre “üşüdün, terledin hasta olacaksın üstünü değiştirelim”le eve giriyoruz. Elini yüzünü yıkıyorum, üstünü değiştiriyorum, çizgi film açıyorum yemek yediriyorum annen geliyor. Ağlıyorsun “gitme “ , oyun yarım kalıyor ya ondan, balonlarla oynuyoruz birbirimize atıyoruz. Sonra Dikili’den annem geliyor, ben de  emekli oluyorum Eylül 2012’de artık tek meşguliyetimizsin sensin annemle, benim.


Arada bize de geliyorsun, getiriyoruz, çok sık hastalandığından kreşe gidemediğin zamanlar çok,  o yıl kolon kanseri  teşhisi konuyor hem partiden, hem işyerinde arkadaşım Cahit’e. Onu görmeye gidiyorum sık sık. Bir gün yine Cahit’i ziyaretten geldim ki Cahit “biraz daha otur gitme derdi ben gitmeliyim Can’nın servisi gelir “ “annen alsın “ yok beni görmezse telaşlanır”  derdim, her şeyimi senin vaktine göre ayarlamama kızar “ biraz da kendin için yaşa “derdi .


O gün Cahit çok kötüydü çokk “bu ağrılar inanılmaz yahu nasıl bir ağrıdır bu” ölmek üzere olduğunu gördüğümden o kadar üzülmüştüm ki eve gelir gelmez mutfakta anneme sarıldım  “Cahit ölüyor anne” ağlıyorum;  sen bana bakıyorsun sonra hâlâ dün gibi hatırlıyorum, koridorda “ölüyo”, “ölüyo” diye dolanıyorsun. Hemen toparlanıyorum, gözyaşlarımı siliyorum kalbimde tuhaf bir çarpıntı, koşup seni kucağıma alıyorum sarılıyorum ; öpüyorum “Can yok öyle öldü demedim ki ben, çok seviyorum Can'ı dedim “




 2012’Aralık ayı öyle bir kar yağıyor ki  Ankara’da, servisin gecikiyor; nihayet geliyor servis bana “Ecem, bana senin evin yok dedi” derken sen ben arkadaşım Cahit’in ölüm haberini alıyorum Doğan’dan.



Arsından “sessiz Juliet'lerimiz vardı, bizim de” yazısını yazıyorum “3 Aralık 2012 Ankara’da kar yağışı” entry’leri, tweetleri dolanıyor sosyal medyada. Telefon elimde ben, öylece bakıyorum kara; boş, boş” ve o yazıyı şu satırlarla bitiriyorum bir gün senin çocuk yaşata öleceğini bilmeden  “ söylesenize, sahiden siliyor mu hatıralar ölümün ağırlığını?”