Size “keşke”yle
başlayan cümleler kurdurturmuş hayat denilen şey, belki de “ sen bu kurşunu yine mi yedin Türkiye”
hüsranlı kaybedişlerle ordan oraya savrulmaktır. Peki ya bu savrulmalarımız,
acılarımız hiç bitmezse? Süre...akıyor mu? Yoksa yeni mi başladı?
Sonra bir gün, daha
hiç bir şeye başlamamışken zamanın, yılların akışındaki sinsiliği fark
edip “geç kaldı(k)m her şeye, belki ...”
dargınlığında, baka kalırsınız bıçkın takvimlere.
Takvim, zaman pervasızca geçip giderken; medeni ülkelerin
gelişimi incelenerek, hayatı çekilmez kılan
sorunların çözümünün keşfe ihtiyaç bırakmayacak kolaylığı, sıradanlığı da anlaşıla bilinirdi; eğer yaşadığınız
ülkede karşıtına, ötekine nefretin
obsesifleştirdiği zihniyet egemen olmasaydı.
Yıllardır belki de bilerek çözülmeyen savaş, şiddet, taciz,
işsizlik, hukuksuzluk, gelirde eşitsizlik benzeri devasa sorunların devamının
yoldaşı, her kesimi etkisine almış
karşıt saydırılanın, saydığının
ortadan kaldırılmasını istetecek büyüklükteki nefret; uzlaşma,
şefkat, ahlak ve vicdanı da örseleye, örseleye tüketecek noktaya taşımıştır.
Böylesi bir ortamda; son 16 yılda Türkiye’de, istenen biçimde
sonuçlanmama olasılığını taşıyan, partilerin katılarak meşru kıldıkları
seçimleri desteklemediği, hoşlanmadığı liderin, partinin kazanması karşısında
takınılan “oy vermedim, benim hükümetim, Cumhurbaşkanım değil, ne tebrik
ederim, ne de tanırım” tavrı, artık
mızıkçılığıyla illallah dedirten çocuk şımarıklığını dahi aşan bir vakadır.
Yıllardır sürdürülen,
“belki şehre bir film gelir. ..., ”i
literatürden silerek depresyona davetiye çıkaran bu tavır, var ettiği; her olumsuzlukta kendisiyle aynı
partiye oy vermeyenleri “oh olsun! hakediyorlar”la yargılayarak duygularını
tatmin eden, umutsuz, çelişkilerle dolu kitlenin bloklaşmasını da beraberinde
getirmiştir.
B.Obama’nın ”dünya
çapında tek adam politikalarının yükselişine“ dikkat çektiği bu konjonktürde;
insanların otoriter, ötekileştirici bir lideri tercihlerinin nedenini
araştırarak bir sonraki seçimi kazanma için
çalışma, değişme zahmetine de girmeyen; Meclis başkanlığı seçiminde oy
verirken karşılaştığı B.Yıldırım’ın
elini sıkan P.Buldan’a “dünden beri sosyal medyada linç kampanyası
başlatanlar ....belki utanırlar” tweetini attırtan o kitlenin, karşıtına nefretinin çığırından çıkmışlığıysa ,artık
gizlenemeyecek bir durumdur.
Ötekileştirilmenin her türlü melanetine maruz kaldığından
herkesten çok diyaloğu, barışı savunması gereken HDP’nin eş başkanı
P.Buldan’nın; her medeni, normal insanın
yapacağı gibi karşılaştığı kişiyi selamlama, elini sıkma davranışını Yıldırım’a
göstermesinin, isteği dışında
gerçekleştiğini o âna ait videoyu yayınlayarak ispata çalışması da, nerdeyse kendisine
tepki gösterenlerin kabalığına, uzlaşmazlığına onaydır.
Acaba hiç bir şeyin
bir insanın yaşamından daha değerli olamayacağını kavratacak; çıkarılacak birkaç
yasayla önlenecek iş, trafik kazası, savaş, şiddet, taciz, tecavüz yüzünden
evladını, sevdiğini yitirenleri diri diri toprağa gömdüren şivan; P.Buldan’a
tepki gösterenlerin evlerine de düşseydi, ölümleri durduracak ufacıcık bir
ihtimal karşısında uzlaşmazlığı, gerginliği tırmandıran tavırlarında yine de
ısrar edebilirler miydi?
Üstelik muhatabı iktidar olan gerçekleşmiş bir “çözüm, açılım
süreci”, binlerce Türk’ü, Kürd’ü hayatından ederek can yaktığından kanlı, zor
mesele “Kürt sorununun” çözümünün baş düşmanının; barışı boğan
uzlaşma kültüründen yoksunluk olduğunu göstermişken.
Ne yazık ki uzlaşmazlıkta ustalaşmış liderlerin, partilerin,
destekçilerinin birbirlerini ötekileştirip kutuplaşmayı sürdürülebilir
kılmaları, Kürt sorunu dahil tüm sorunların çözümünü öteletirirken, yalnızca
ülkedeki otoriter, mafyatik, ayrımcı müessese nizamın kalıcılığını sağlamakla
kalmamış; belirli bir oy oranını tutturmayı başarı sunan parti liderlerinin,
örgüt yöneticilerinin konumlarını güçlendirmelerine de neden olmuştur.
İşte O kutuplaştırıcı liderlere biat ederek uğruna ölümü göze
almış bireyler de; analitik, süzgecçi
bakışı önleyen manipülatif hareketler, haberler, komplo teorileriyle
beslendiklerinden, karşıta tahammül yerine kin güderek, sorunları çözecek tek seçeneğe; uzlaşmayla
gelecek barışa da kapıyı
kapatacaklardır.
Böylece her kötülüğü, şiddeti, terörü, ..., ..., karşıtına yükleyip “haklı, doğru olan, düşünen benim, partim,
örgütüm ,..., ...., dür “ vurgulu aklayıcı yandaşlık; yaşamı renklendiren,
anlam kazandıran farklılıkların değerinin anlaşılmasını geciktirirken, köhnemiş duygulara, düşüncelere
boyun eğmeği erdemle, onurla bağdaştıran;
birey, parti ve örgütler de değişimi, dönüşümü kilitleyeceklerdir.
Hal ve amaç kardeşçe yaşamak değilde “buralarda benim dediğim
olur, ben hakimim” olunca da, sokaklarda birlikte körebe, top oynayan çocuklarını
40 yıldır birbirlerine kırdırtan nefret, intikam içindeki bu katil topraklarda;
dünün mazlumunun bugünün zalımlarından olması da kimseleri şaşırtmayacaktır.
Öyle ki Osmanlı dahil görevi vatandaşına iyi bir yaşam,
hizmet sunmak olması gerekirken, JİTEM vari çeteci örgütlenmelere infaz
listeleri hazırlatarak, Ali Şükrü Bey’den öncede, sonrada nice Sabahattin Ali, Taylan Özgür,
nice Vedat
Aydınları faili meçhul cinayetlerde,
işkencelerde öldürten devlettin; terörüne, karanlığına karşı savaşanların, bir
gün aynı şeyleri insanlara dayatmaları yalnızca
sözü bitirecektir.
Sözü bitiren; sırf
1990’larda
cinayet ve infazlarla hayatından edilen 17 bine
yakın Kürdün faillerinin hesap vermek bir yana, saygı görmeleri
mağdurları kahretmişken; kendini Kürtlerin temsilcisi sayan PKK’nın “sen niye o zalımlardan oldun ki” dedirtecek
yargısız infazlara, pusulara tevessül etmesinden daha acı, daha yaralayıcı bir şeyin olmamasıdır.
Hem kim derdi ki gün gelecek, devletin mezhebi, dini, kökeni,
dili, memleketi farklı vatandaşlarını ötekileştirmek; onlarca Şeyh Bedrettin,
Seyit Rıza, Menderes, üç fidan, Erdal
Eren’i darağaçlarında sallandırmak için kullandığı; “hain”, “anarşist”,
“terörist”, “ajan”, “mürit”, dinci”, “isyancı”, “ihanet etti” argümanlarıyla
insanları katletmesine karşı mücadele verenler, o argümanlara sarılarak
insanları katlettirecekler.
Ki katlettirenin istediği gibi düşünse, yaşasa, davransa; devlet, örgüt, parti veya cemaatin kıstasını
neye göre belirlediğini bilemediğimiz “hain, ihanet etti” bahanesiyle, katledileni suçlamayacağı da gün gibi
aşikârdır.
Daha
onlarca Derya Koç, Taybet İnan, yüzbaşı Fatih
Yaşar’ın katledilmesine zemin hazırlayan, nedendir de bilinmez aniden “özerlik“ ilan ettiren, hendek
kazdırtan, barikatlar kurduran stratejik,
politik hatalar tazeliğini korurken; PKK’nın JİTEM’in taktiklerini kullanarak
Mevlüt Bengi, Remzi (50) ve Mahmut (27)
Güler’e reva gördüğü ( infaz sonrası ha devletin yaptığını yapıp asit
kuyularına, derelere atmışsın, ha elektrik direğine bağlayıp fotoğrafını servis
ettirmişsin) gaddarlık karşısında suskunluksa; insanı insan yapan değerlere
saplatılan hançerdir.
Görüşü, kökeni, mezhebi, dini farklı bir insanın, her koşulda savunulması, korunması gereken
yaşam hakkını elinden alan ister devlet, ister desteklenen örgüt kim olursa olsun; niye infaz, tehdit
ettiğinin, niye şiddete başvurduğunun kendisine göre haklı gerekçesini
hiçleyen, sıfırlayan şey de;
ortadaki katledilmiş insanların
varlığıdır.
Şimdi,
dün çözüm sürecinde Erdoğanın bilgisi, devletin
imkanlarıyla İmralı’da Serok Apo ile görüşülmesinde sorun teşkil
etmeyen, kimseye rahatsızlık vermeyen tersine sürecin lehine sayılan PKK’nın
HDP’yle bağını, Kürtlerin meşru yollardan siyaset yapacakları TBMM’de temsilinin
silahları susturacak barış için vazgeçilmezliğini bilerek, her türlü
karalamayı da göze alarak HDP oy
verenleri; kendilerini sorgulamak zorunda bırakan infaz, tuzak kurma benzeri
eylemlerin özgürlüğe, demokrasiye,
kardeşliğe katkı sunması mümkün değildir.
Onca
F.Gülen, A. Oktar, A.Hulusi, ..., ...,
liderliğindeki cemaatlere girmenin
“trendy”liği yüzünden “şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar
memleketi” yolunda da hızla ilerleyen Türkiye’de; partisi, örgütü, cemaati kendi arasında yüzleşmeye de yanaşmadığından ;
hep vurgun yiyecek sevgi de, barış da, uzlaşma da yaşanmışlıklıklar, yaşanamamışlıklar arasında sendeleyip dururken; keşke bir terk ediş
masalı olabilseydi savaş, nefret hayalinize nispet gün de... gece de solar...
01.08.2018
Gülsen
FEROĞLU