10 Mart 2011 Perşembe

Basın mı ? Hadi ordan, hadi…


Şehri susturan karın hüznü, başlayan günde, bir an, sabah sekiz, akşam altı arası işyerinde, hayatın boşuna tüketildiği hissine; önünden geçilen markete, büfeye, pastaneye, yüzde sekseni bedbaht gazele manşetlerini okuyan sunucuya varıncaya kadar  her şeyin aynılığını da ekleyince, insanda,  o aynı her şeyi,  öylece bırakıp gitme isteği uyanıverir.

Aslında bir başka ülkede, şehirde, başka bir hayatı yaşamak üzere  her şeyi  bırakıp  gitmek için illa da  bir şeylerin kötü gitmesine de gerek yoktur. Bugüne kadar kapılarını çalıp “Hoca efendinin selamını getirdik, Allahın kelamı…,   örtünecek, …,” talimatını veren bir cemaat üyesiyle karşılaşmadıkları halde, panik atak sendromlarını “Alttan altta örgütleniyorlar”lı “endişeli modernik”le kapatan,  “AKP’nin oylarını bir Erbakan bölerdi. Seçime kadar dayansaydı ya…..”, “ Biri şu cenaze törenine bomba atsa, memleket tek kalemde bilumum sakallılardan, kara çarşaflılardan kurtulsa”lı aynı düşünceleri taşıyan, ordusundan bürokrasisine, yazarından çizerine üst, orta sınıf beyazların senelerce, aylarca  aynı kalabilmişliği bile, size göre,  her şeyi bırakıp gitmek için yeterli bir sebeptir.

 “Umut kötülüklerin anasıdır, işkenceyi uzatır” vecizeli, ak sakallı koca felezof Nietzsche’den daha iyi bilmeyecek olsanız da, söylediğiniz kadar kolay yapamayacağınız; herkesi, her şeyi ardınızda bırakıp gitmek, darbecilerden bir gün hesap sorulmasını beklemek gibi kırık bir umuda dönüşür. Darbecilerin bir gün yargılanmasıysa hiç gerçekleşmeyecek bir olgu gibidir. Niye mi?  Buyrun, okuyun.

Çok değil bundan 14 yıl önce, aile arasında  “Kadayıfın altı kızarmadı mı daha” taklidiyle konuşmaları sık, sık ti’ye alınan öteki Türkiye’lilerden Erbakan,  28 Haziran 1996’da başbakan olur.

Akabinde Susurlukta meydana gelen kazayla devletin kurdurduğu suç örgütünün kirli, derin ilişkileri ortaya saçılır. Hükümet; uyuşturucu ticareti, katliam, kıyım yapmış bu örgütün yargılanması için başlatılan  “Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemini “Fasa, Fiso”, “Gulu, gulu dansı” olarak niteler.

Ülkeyi, demokrasiyi idare ettikleri tasmanın, kötü niyetli hükümetçe ellerinden alınacağı olasılığını bile hakimiyetine tehdit algılayan  hakim güç (silahlı kuvvetler), yaptığı üç darbeden öğrendiklerini bir, bir uygulayacağı, her şeyi  ama her şeyi de mubah sayacağı, hükümeti devirecek  planını yürürlüğe koyar.

Laik Cumhuriyeti yıkacak “irtica”nın brifingini vermek için, o  gün kimsenin bağımsızlığından kuşkulanmadığı yargı üyelerini, gazetecileri  sırayla karargaha çağırarak işveren, işçi, yargı, üniversite, medya ittifakını oluşturan böylece de ezen, ezilen, sağ, sol arasındaki çelişkileri  silen hakim güç; darbenin meşruiyetini  yaratığı laik, anti laik kutuplaşma üzerine oturtacak, dev  bir sivil ordunun temelini de Cumhurbaşkanı Demirel kanalıyla beşli çete Türk-iş, TOBB, DİSK, TESK, TİSK’in  başkanlarına attırtacaktır.

Hükümet Avrupa’ya, Amerika’ya  “Şeriatı getirecekler”le  şikayet ettirtilirken, en önemli görev aptallığından emin oldukları %60’ı “Cemaatlerin ortalığı sardığı” imajıyla korkutup,  harekete geçirecek medyaya tevdi edilir.

Baskıdan evvel gazete nüshalarını paşalara gönderen yayın yönetmelerinin, yapımcıların önüne  30-40 bölümlük düzmece şeyh Ali KALKANCI, Müslüm GÜNDÜZ’ün, Fadime ŞAHİN’li düzmece seks hayatları temalı dizinin senaryosu konur.

Artık en heyecanlı sohbet konusunun darbenin ne zaman yapılacağı olduğu haber merkezleri her gün koalisyon, RP  aleyhine haberlerle dolar, taşar. Ekranlar da  tekrar, tekrar gösterilen; el kadar çocukların yanaklarına şişlerin batırıldığı zikirlerin, Başbakanlığın bahçesinde lüks arabalarından inen sarıklı, cübbeli tarikat şeyhlerinin, kafalarını sallayarak kendinden geçen Aczmendilerin, Başbakanın “Kanlı mı olacak, kansız mı“ konuşmalarının  görüntüleriyle kaplanır.

Niyeyse, kim ne yapabilecekse  “adı açıklanmayan üst düzey bir askeri yetkilinin” beyanatlarıyla süslenen Sabah, …,  Hürriyet,…,  Milliyet, …, Cumhuriyet’in; 1 Eylül 1996 Genelkurmay Başkanı Karadayı  “İran’da generaller Humeyni hareketinin irticanın ta kendisi olduğunu fark ettiklerinde iş işten geçmişti”;  13 Mayıs 1997  “Tarih Çiller’i affetmeyecek”; 6 Haziran 1997 “Ordudan Ambargo; İrticacı kuruluşlardan (kara liste de verilir)  alışveriş yapmayın” benzeri  manşetlerine,  iç sayfalarda  “İmam hatipli genç yengesini öldürdü”, “Tarikat şeyhi oğlancı çıktı”, “Mini etekli kıza sakallı tehdit” haberleri eşlik ettirilecektir.

Ne Erbakan’nın imzaladığı 28 Şubat kararları, ne Kürtlere ölüm yağdırırken “Tak diye emreder. Ben şak diye yaparım”la övdükleri modern, laik, “sarışın güzel kadının” varlığı. Hiç bir şey silahlı kuvvetleri yolundan çeviremez.

Günlerce, aylarca memleket  irtica ile yatırılır.İrtica ile kaldırılır. Sonunda,  27 Mayıs 1960 öncesi hükümetin öğrencileri  canlı, canlı kıyma makinelerine attırdığına benzer onlarca asparagas haber, iftira  bombardımanıyla iğdiş edilen beyinler, mutlu ve mesut yaşarlarken birden karşı karşıya kaldıkları; keyifle bir duble rakı içemeyecekleri, sevgilileriyle gezemeyecekleri, istediklerini giyemeyecekleri bir hayatı dayatacak, anlamını dahi bilmedikleri “irtica”nın korkusuyla zıvanadan çıkar.

O korku, “Bunlardan, yetiştirecekleri çocuklardan memleket ne fayda görecek”li nefret, yobazların ülkeyi “İranlaştıracak” cesareti hükümetten aldıklarına dair inanç, etraflarındaki  “örümcek kafalı”ları Batı Çalışma Grubuna ispiyonlamaya kadar varacak, kıyafetlerinin üzerine  taktıkları Atatürk rozetleriyle “Hocayı indirip, gulu, gulu dansı yapalım” desturlu mitinglerde, hacıya, bacıya hınçla  bağıracaklardır;  Türkiye laiktir, laik kalacak.”

Ve 12 Haziran 1997 Hürriyet manşeti “İrticayla mücadele için gerekirse silah bile kullanırız”. Evet silah.

18 Haziran’da hükümet istifa edince, nasıl 13 Eylül 1980 günü ülke süt liman olduysa bitmek, tükenmek bilmeyen irticai faaliyetler de şıp diye kesilir. Fadimeler, Aliler,  Aczmendiler ortalıktan toz olur. Güzel ülke de, 30 Haziran’da devlet eliyle yolsuzluğu legal yapacak Anasol-d hükümetine kavuşur.

Birinin; özgür basın mı ? “Hadi ordan,  hadi ordan” dediği gün, talanın günüdür. Önce Anasol’un d’si için kurdurulan Demokrat  Türkiye Partisine, DY’dan geçen milletvekillerine trilyonları transfer ücreti ödeyen  vatansever, laik  işadamlarına, medya patronlarına milyonlarca dolarlık araziler, bankalar  peşkeş çekilir.

Yönetim kurullarına emekli paşa, departmanlarına  asker çocuklarını doldurdukları  kendi bankalarından tam tamına 50-60 milyar dolar hortumlayarak, ülke tarihin en büyük soygununu  gerçekleştirenler, Forbes dergisinin milyarder listesinde girerken, hazinenin zararını da daha bidon kafalılığa” tenzili rütbe eylemediklerine ödetirler.

Olan, Susurluk-Kontrgerilla-Ergenekon yapılanmasını gözlerden kaçırıp, gündemden düşürmek için  “irtica”yla manipüle eylenen “Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” eylemine olur.

Şimdi, 28 Şubat darbesini soruşturacak bir savcının;  başta Cumhurbaşkanı DEMİREL,  Mesut Yılmaz, …., Yalım Erez, ….,   Hüsamettin Cindoruk generaller;  …., KARADAYI, …., BİR, …., DOĞAN, …, hukukçular; …,  SAVAŞ,  …, işadamları; …, ÇAĞLAR’la  ..,  YİĞİT’i, beşli çetenin başkanlarını da  sorgulaması  gerekir değil mi ?

Askeri makamların isteği üzerine o süreçte yaptıkları “irtica haberlerinin %90’nının” düzmece, yalan olduğunu sonraları itiraf eden medyanın, bir başbakanı pijamayla karşılamış  patronlarından  DOĞAN, …, BİLGİN, …,   çoğu bugünkü hükümete de  muhalif yayın yönetmenleri, yazarlar; ÖZKÖK, …,   ÇEKİRGE, …, ERGİN, …,  Sincan’da tankların geçişine yetişemeyince, Genelkurmay’a  Sincan’da tekrar tank geçirten gazeteciler, sunucular; …, DÜNDAR’la, …,   KIRCA’nın da 28 Şubat darbesine yol açmaktan sorgulandıklarını hatta  tutuklandıklarını varsayalım.

Başkalarının hayatları, ahlak, dürüstlük, vicdan, bağımsızlık, insanlık, adalet  adına ne varsa, ne yoksa her şey  darbelerle iç edilirken, genelkurmayın  elemanıymışçasına çalışanların  utanmadan hâlâ yazı yazabildiği,  haber  sunabildiği,  askerlik, …., savcılık, ….,  bürokratlık  yapabildiği Türkiye’de ne olur dersiniz ? En yakın tarihteki 28 Şubat darbesinin burjuvazi, hukuk, medya, sivil toplum ayağından hesap sorulmaya kalkışılsa ne mi olur ?

Ne mi olacak ? Suç ortaklığı gereği, birbirlerine kefiller, hep birlikte yaygarayı basıp, her biri ulusal bir gazete, televizyon köşesine de çöreklenmiş ortaklarının dolaşıma koyacağı; “ özgürlük”, “muhaliflik”, “faşistlik”, “cemaat istiyor”, “kamu vicdanı”, “siyasallaşan yargı”,  “yapmaz, kefilim” argümanlarıyla da soruşturanı, suçlu hale getireceklerdir.

Bunun içinse; Ergenekonun, hükümetin katkısıyla Susurluk mu ? “Kalbimizde yaşıyor”a dönüştürülmesi tezgahına karşı çıkmayan, 114 toplu mezar faillerinin bulunmasıyla BEŞİKÇİ’nin ifade, düşünce özgürlüğü için ayaklanıp, adliye önünde sabahlamayan, gösteri yapmayan,  düne kadar  ”şereflerine kadeh” kaldırmayı düşünmedikleri, adlarını dahi anmadıkları 61 tutuklu gazeteciyi de kullanan medyanın,  Ergenekon, Balyoz davalarından gazeteciler, generaller tutuklandığında estirdiği rüzgara bakmak kâfidir.

Ama yeter, ey sersem ! Belli ki yol göstericimiz üstat Yalçın Küçük’ün   “Bir gazeteci Soner Yalçın’nın gazeteci değil istihbaratçı olduğunu söyledi. ……?” sorusuna  verdiği  Her büyük gazeteci istihbaratla iş yapar. Bu çok normaldir……” cevabını okumadan ahkam kesmektesin.

Yaşamadığından da ileri bir demokraside;  basının görevinin;  paşanın “Sizi süngüye oturtup taksim meydanında dolaştırırım” tehdidini sineye çekmek, hükümet yıkmak, kurmak, kolluk kuvvetleri arasındaki çatışmalarda taraf tutmak,  istihbaratçılarla, siyasilerle kol kola  kitap yazmak, yazdırmak, komplo kurmak, şantaj yapmak, .., yapmak, yapmak   olduğunu  bilmiyorsun.Sus bari.

Anladım. Diyorsun ki bu tasmalı demokrasinin rahatları da her daim yerinde olan yandaşları ne yapmışlarsa ülkenin iyiliği için yaptıklarından, suç işlemiş sayılmayacaklarından darbecilerden hesap sorulması, ne yazık, sadece Nietzsche’yi haklı çıkarma pahasına “işkenceyi uzatan” kırık bir umuttur. Öyle mi? Bravo, çabuk kavradın.

Bir seferinde de… Oysa her şey, yine,  aynıdır. Sende, beni dinlemeyecek, her şeyi ardında bırakıp,  bu yalan ülkeden çekip, gideceksindir.