Sen, benim kanayan yaram sen de; onlarca er Tayfun
Kavun (26), onlarca gerilla (Rubar Hani) Yavuz Unas (18) gibi; senin için
dikilen ‘fide’nin can suyunun da yaşanmışlıkları; yaşanmayacakları biriktirmiş
gözyaşları olduğunu hiç bilmeyeceksin...hiççç. Artık karanlıktayım bende, karanlığa aşık on binler gibi.
Oysa
pek çok insanın açığa çıkarmadığı diğer yüzünü çağrıştırdığından; içinde
de hep bir bilinmezi gizlediğinden
korktuğunuz karanlıkta; olmamış hayatlara, olmamış insanlara bakıp, bakıp
ta, kaç kez cümlenin sonuna üç noktayı
koyup gitmek istemişsinizdir buralardan, sessizce, kaç kez.
Şu
pek çok son dolu hayatta, içinizin ömür boyu ukdesi “alıp başımı çekip gitsem”li mevsimsiz
gidişlerin olunmazlığında; güneşin hazanıyla sararttığı yaprakları
avuçlayıp “bu hangi yaz“ dediğin
sonbahar yavrum, yerini kışa bıraktı, bırakacak.
Kışta, Aralık aylarının klasik “geçti yine ömrümüzden bir yıl” serzenişine,
sene sonu hesaplarının kapatılması telaşına,
“finaller sıktı” bezginliğine göz kırpan; ağaçları, caddeleri donatmış rengârenk parıltılı
Noel ışıkları “%50 + 50 indirim”, “%70 son fırsat”lı vitrinler; “ sana da
çıkabilir 61 milyon” müjdeli umut tacirlerine “tatlım, netim ben”le mühtezi
gülümsemekte, nedense.
Ve niyedir her yılın son günlerinde
sanki sihirli değnek; yılbaşı; her şeyi değiştirerek hayatı, dünyayı kişinin
istediği gibi yapacak ta “aman ha geç
kalmayayım, kalmayalım haydi biz de”li
bu dolu dizgin şıkır şıkırlık.
Halbuki hayatı, rutininizi
değiştirmeyecek saat tam on ikiyi vurduğunda; her şeyin balkabağına dönüştüğünü
masaldan önce yaşanmış dünden, bugünden bilenlerin hüsrana gönülden katılımı “yılbaşı kutlaması mı? o iş bende ”li
heyecan; “kim sever ki vedaları” sözünü boşa
çıkaran Aralık aylarına, yıllara son noktayı da koymak içindir.
Kim bilir, bu 365 günü hovardaca tüketmiş yıllara kaçıncı vedanız... kaçıncı son noktanızdır ki
o son noktada bazen hıçkırıklar duyulur...bazen alkışlar kopar...bazen
konfetiler uçuşur havada, havai fişeklerle.
Bazen de kabına sığmayan coşkuyla
karşılanan “mutlu yıllar” dilekli her
son, her başlangıç; her gün yaşanan Adana’da Y.K. yan baktı diye F.D’ı öldürdü; Ankara metrosunda dövülen Suriyeli
çocuk benzeri onlarca vakanın; kadını
öldürmeyi hak gördüren “ya benimsin ya toprağın”lı erkek egemen zihniyetin “...eşini öldürdü”
cinayetlerinin, şiddetinin yüzyıllardır ve gelecek yılda tezahürünün, ne acıdır ki
son noktası olmayacaktır.
Her yıl yaşanan katliamın,
ırkçılığın, erkek, maganda terörünün,
kazaların farklı isimlerle aynılığına “biz hangi ara, nasıl böyle acımasız
olduk, çıktık insanlıktan” yakınmaları da
şu ‘ân’a, bugüne geçmişi vurdurarak zaten hep “böyle” olunduğunu kapatmaktan, unutturmaktan başka bir şey değildir.
Oysa herkesin az çok bildiği;
Kanunname’siyle kardeşi, akrabaları öldürmeyi yasallaştırılan Fatih Sultan
Mehmet, oğlu Mustafa’yı boğdurtan Kanuni, en az 50 bin Aleviyi katleden Yavuz;
milyonlarca Ermeninin techiri; “....O kadar celladın içinde... Cellat Kara Ali
olarak.....sadece benim sallandırdığım kişi sayısı 5216’dır”la İstiklal
mahkemelerinin oğlunun idamını seyrettirdikten sonra astırdığı Seyit Rıza, Şeyh Said, İskilipli Atıf Hoca;
darbecilerin Menderes, ..., ..., Deniz,
Yusuf, Hüseyin, 16 yaşındaki Erdal, ...,
..., için kurdurttuğu darağaçlarıyla
dolu ecdadın şanlı
tarihi çoktan “ eskiden
de böyle gaddar, böyle..., böyle..,
böyleymişiz” dedirtmiştir,
Her yılını katliamsız, kazasız, tacizsiz,
erkek terörüz neredeyse savaşsız
geçirmemiş Osmanlı’nın,
Türkiye’nin mazisi işaretli bir
navigasyon; devletin bekası için ötekileştirdiklerinin, muhaliflerin “tez kellesi vurula”yla kılıçtan
geçirilmesini, “devlet için kurşun atanda yiyende şereflidir”le katledilmesini legalleştirerek
onlarca Ali Şükrü beyin, ..., Kürdün,
..., Alevinin, ..., Rumun, ..., ...,
..., failli meçhul cinayetlerine, ..., Zilan, ..., Dersim, ...., Maraş, ..., Madımak, ...., Roboski,
...., Ankara Gar, ..., ...,Reına katliamlarına,
kuyulardan, mağaralardan çıkan cesetlere, işkence merkezi; Ziverbey Köşkü, ...,
Diyarbakır,..., Mamak, ..., cezaevlerine uğramadan geçmeyecektir..
Mazideki onlarca vahşete karar veren, yapan
onca Topal Osman, darbeci general Alpdoğan,
Solmazer, Tağmaç, Evren, Çevik
Birin; yolsuzluğu “verdimse ben verdim”le aklayan Demirel, Çiller,
banka satışı organize eden Mesut
Yılmazın; 200 milyar dolar görev zararını halka ödettirdikleri Etibank, ..., ..., ..., İmarbank’ı boşaltanların; “bin operasyonlu” Mehmet Ağar, Veli
Küçük, Arif Demirlerin; 17
yaşındaki B.T’ye tecavüz edip dışkısını
yediren ama serbest bırakılan onlarca
Davut E.’nin; onlarca Rüzgar Çetin’in; saygın
bireylermişçesine göğüslerini gere gere dolaşmaları; hiç bir yere, hiç
bir ‘ân’a sığmamalıydı değil mi? Sığdırıldı işte, hem de nasıl.
İşte
bu yüzden; önlenmediğinden sadece 12 Eylül 1980 öncesinde 5 bin, “biz de
ölüyoruz ama onlardan da ölüyor” la teselli bulunan bitmeyen savaşta 100
bine yakın, kazalarda, erkek teröründe on binlerce insanın hiç yere hayatından
olmasına tanıklık edenlerin; yaşananlardan,
olayların müsebbiplerinden hesap sorulmamasından nasıl etkilendiklerine
dair bilimsel, sosyolojik bir araştırmanın yapılmadığı Türkiye Cumhuriyetinde, hep
ağızlara sakızdır “ ne ara bu kadar vicdansız, canavar oldu bu insanlar”
Ve
hep vicdansızların, kötülerin kazanmasını sağlayan ülkenin müesses nizamının,
onlarca travmatik faşizan olayın getirisi; her geçen gün bir üst “level’e”
taşınan nefret, tarafgirlik, erdemsizlik
yalnızca objektif bakış açısını yok etmemiştir. Cebinde 45-50 TL olanların;
savaşı, yolsuzlukları, torpili,
hayırsever Zarrab’dan 280 milyon TL. rüşvet alan Çağlayanı savunduğu bir
toplumsal yapıya da geçit vermiştir.
Bu
toplumsal yapı da Nietzsche’nin “bu adam; bu davanın çürük olduğunu görüyor ama
inat olsun diye vazgeçmiyor ondan, fakat sadakat adını veriyor bu hale” tespitini
haklı çıkarmakla kalmamış. Kendisi gibi düşündüğünden, davrandığından
katıldığı, desteklediği örgüt, parti, cemaat,
dernek, kulüp, ..., ..., neyse; biat
ettiği lider, başkan, reis, şef, ...,
..., kimse; ona toz kondurmamak adına “davaya ihanet etme” , “yapma dava, parti,
örgüt, cemaat, ailemiz zarar görür”lü
tükenmeyen bir DAVA vurgusuyla gerçeğin üstünü de zarifçe örtmüştür. Böylece mutlu, yaşanası bir
yarın da, yüzleşilmediğinden hep bugünü tacizleyen geçmişe heba ettirilmiştir.
Kendinizi
neye inandırırsanız inandırın bir tane olan gerçeğin yarattığınız on farklı versiyonunu tuzla buz edecek de; Ali İsmail’in
annesi Emel Korkmaz, er Tayfun’un annesi Ayşe Kavun, gerilla Antika Acar
( Zeyra Çıra)’nın annesi Fatma, 12 yaşındaki Bedran’ın annesi Roboski’li Sabriye
Encü, 7 yaşındaki Can Kocataş, 16 yaşındaki Eren Bülbül, Emircan Açıkgöz’ün, Soma’lı madencilerin anneleri, aileleri
gibi her an karşılaşabileceğiniz,
her şeyi anlamsız kılacak ölümün kol gezdiği bir ülkede yaşadığınızdır.
Ölümün
kıyısındaki bu hayatta, Aralık ayının bu son basamağında; evladın, yakının
zamansız ölümüyle dağa, taşa, toprağa bırakılmış “ahhhhh yavrum ahhh”, “lao, lao”, “hayır, hayır”, “beni de gömün” ağıtlarını
duymaktansa... dört bir yana savrulmuş
gençlik hayallerini görmektense... olmayan sevdaların şehri Ankara’ya, bu topraklara güzel, güneşli günlerin gelmesini
beklemektense; o günlerin halihazırda yaşandığı yerlere gitme vaktidir, belki
de.
“Ama bunlar benim cümlelerim” mi diyorsun?
Elbette senin. Bütün bunları, herkesi öfkeyle yoğurduğun bir kalbin misafiri yapan sen yazdırdın
Ankara; unuttun mu? Şimdi takvim yapraklarının zayıflamaktan bitap düştüğü bu
Aralık’ta da; tüm balonlar söndükten sonra
elinde kalacak plastik parçalarıyla geçirdiğin yıllara yanmakta neyin
nesi?
Mala
mın; sende tam elini uzattığında bitmiş,
dokunmaya çalıştığında gitmiş önceki, sonraki
hiç bir şeye yetişemeyen on binler
gibi...Ankara gibi Hevalım; kim
bilir hangi aralıkta bırakıp gideceksin
her şeyi...hangi aralıkta...
Keşke...keşke...
ne söylesem, ne yazsam hep eksik kalacak ölümün, acıların, vedaların kırık, dökükte olsa son durağı olabilseydi geçmek bilmeyen bu uzun
gecelerin mekanı Aralık.
Yılsonuna
doğru elinizde aralıktan içeri sızan ağır bir roman gibi
sürünen hayat; bitti işte...yıl
bitti...aralık bitti... bitter mi cidden, geçmeyen gibi...acılar gibi. Sahi NEREYE, hiç bir şey olmamış gibi yine nereye?
Gülsen FEROĞLU
20.12.2017