10 Kasım 2017 Cuma

Biliyor musun Can! öğrendim ben de ölümün ağırlığını silmiyormuş hatıralar




Teyzesinin gülü, gülseniydin  sen Can’oo.


Bil ki yavrummm, bil ki  bu hayat; hiç bir  zaman  sen yaşadığın zamanlardaki gibi  olmayacak... bir daha dolu dolu gülemeyeceğim seninle güldüğüm gibi....hiç bir şey  yaşamakta dahil  keyif   vermiyor bana...en mutlu anlarım, en mutlu günlerim sen yaşadığın zamanlardaki vakitlermiş, günlermiş.


Evladını, yeğenini, annesini babasını kaybeden, ölüm acısını yaşayan herkes gibi  gözlerden süzülen yaş, ağızdan dökülen  feryat; kaybedilenle, seninle geçirdiğim o mutluluk veren, güldüren bazen  sinirlendiren vakitlerin bir daha  hiç yaşanmayacağını öğrendiğimizdendir. Hepimizin o  gözyaşlarında gizlidir işte yaşanmışlıklar, anılar...ve bir daha yaşanamayacaklar.



Nasıl yanıyorum bir bilsen, nasıllll..her şeyi sana anlatacaktım; doğduğun günü, nasıl, nerede doğduğunu, seni ilk kimin kucağına aldığını, adının nasıl konduğunu, ailenin  geçmişini, hikayelerimizi çocukluğumuzun diğer kuzenlerine anlattığım gibi. Olmadı...olabilecekken olmadı... insanın, çocuğun değerinin olmadığı Ortadoğu hariç bireye değer veren  başka,  medeni bir  ülkede doğsaydın olmayacak...Türkiye’de de   engellenebilecek bir kaza engellenemedi...Şimdi  bir  Word sayfasına yazıyorum sana anlatacaklarımı; yaşıyormuşsun gibi...karşımda o beni heyecanla dinleyecek kara gözler parıldamıyorken...



Aralık 2008’de söyledi bize annen hamileliğini. Annen bebekler dünyaya gelmeden önce duygu ve düşüncelerin yazıldığı bir nevi doğacak bebeğe hazırlık sayılan; diş, el, ayaz izinin konulacağı bebek anı defteri; bebek güncesi başlıklı ansiklopediye benzer kalın süslü bir defter bile almıştı; bizim gibi alüminyum leğene doğmuş, çocukluğuna dair hiç bir eşyası bugüne taşınmamış dünün gariban, yoksul  çocuklarının “şimdiki çocuklar çok şanlı yaa” ukdesine nail oldu tabii o anı defteri, bebek güncesi  ... Yazdı mı bilmiyorum ama  ayaz izini oraya yapıştırdı diye  biliyorum.











Bebeğin cinsiyeti belli oluncaya dek bebekle ilgili alışverişi yapmasa da annen, anneannen hemen faaliyete başladı; bütün  torunlarına ördüğü klasik yeleklerinden, minicik patiklerinden, kazaklarından  6. torunu olacak sana da örmeye... Birlikte aldık yünleri, sonra küçük bir battaniye renk renk yünlerden patchwork denilen ama annenin sana aldığı mavi battaniye işte onu hiç unutmam, çok güzel bir battaniyeydi. F.teyzende sana battaniye örmeye başladı ki o hep 4-6 yaşına kadar  kullanılabilecek büyüklükte battaniyeler örerdi   niyeyse.


Sonra bebeğin cinsiyetinin oğlan olduğu öğrenildi, tabii sana isim arama yarışı o zaman  bebek isimleri ve anlamları  kitabına baktığımızı hatırlıyorum. Onlarca isim Fırat, Ege, Rüzgar, Mert, Yılmaz, ....aileden herkesin bir fikri var, o herkes bir  isim atıyor ortaya; Onur, Murat, Eren ama hiç Can yok. Annen Eren, Fırat diyor. Ben ne dersem diyeyim kimsenin dikkate almayacağını; hakkımın da olmadığını bildiğimden ancak birkaç duyduğum farklı  isimi söylüyorum. Doğrusu babanla da hemen hemen hiç karşılaşmadığımızdan, bir araya gelmediğimizden ne düşünüyor, ne isim öneriyor eğer annen söylerse haberimiz oluyordu. Annenle sana zıbın, atlet küçük, tulumlar alıyoruz tabii ki mavi renk ağırlıklı bayağı bildiğin markalı giyecekler, biberonlar, en sağlıklısını araştırıyoruz  Chicco,  bebek, Kids  mağazalarına bakıyoruz. Pek bi meraklıyız her şeyin markalı olmasına; giysilere,  minik mama önlüğü, ağzını sileceğimiz mendil,  Prima’nın, Hugies’in  çocuk bezi, ıslak mendil , pudra , pişikler için kremler gözünü yakmasa bile banyoda “gözüme girdi yaktı” diye ağladığın bebek  şampuanları ki  Dalin reklamındaki  “ Dalin’le bıcı bıcı yapan “ ördeklere pek bir  dikkat kesilirdin  yedi sekiz aylıkken. Büyüdükçe bebek bezi reklamlarını hep sevdin o  yıllarda artık aklın eriyordu ve sen Molfix’in reklamlarını sevdin “mutlu bebekler mutlu yarınlar, Can bebenin de cıngıllarını da ı söylerdin.



Uyandığında yanına koşmak için sesini  duyacağımız  bebek telsizi, banyo yapacağın mavi küvetin, beşik, alındı en son.







30.07.2011; 13.38



Annen beslenmesine çok dikkat ediyordu; balık yiyor, Folik asit,  vitamin alıyor öyle çok aş ermedi çokta midesi bulanmadı...kısa yürüyüşler yapıyor, yapıyorduk. Şeker yüklemesi yaptırıldı bir de yaşı ileri olduğundan Amniyosentez  testi yapıldı  karnından sıvı alınarak. Ki tehlikeli bir testi ama Down sendromu olup olmadığı da belirleniyormuş; epey tereddüt ettiğimiz, üzerinde konuştuğumuz, korktuğumuz testi babanla birlikte yapmaya gitti. Zaten hiç bizimle gitmedi, gitmek istemedi doktora  biz  üsteledik  “biz de gelelim ne olur ne olmaz yanında olalım “ diye ama o “aman ne olacak, alt üstü bir tahlil  ne var bunda, C. yanımda “ diyerek atlattı bizi. Yıllar sonra anlayacaktık bunun nedenini.


Rahat bir hamilelik dönemi geçirdi annen; doğumun son ayları;7 ve 8 aylarda  rahatsız edici bir gaz problemi oldu o kadar. Grip olduğunda hiç ilaç almak istemedi, sana zarar vermesin diye ki birkaç kez olduğunu biliyorum.


Seninle ilk tanışmamız anne karnındaydı, bebeklerin etrafındaki insanların seslerini duyduğunu söylüyordu uzmanlar;  sana sesleniyorduk “oğlum”, “bebişko”. Bir gün annen salonda  kanepede otururken “aaa kıpırdadı bak oynuyor dedi”  hemen yanına gittim elimi koydum karnına dönüyordun, kulağımı dayadım sonra “beni duyuyor musun, seni yaramaz seni, anneni fazla rahatsız etme; bekliyoruz seni oğulcum”.


Annen sana klasik müzik dinleteceğini, Erkin Koray gibi çocuğunu okula göndermeyip eğitimini kendisinin vermek istediğini, Ege de bir kıyı kasabasına yerleşmeyi düşündüğünü  anlatıp  hayaller kuruyordu sana dair. Hamilelik, doğum  ve Bebek bakımıyla ilgili kitaplar da almıştı; işyerinde de okuyor, internetten de araştırıyordu bebekle ilgili şeyleri ki bebeklere dair çok şey biliyordu aslında kuzenlerin çoktu ve hep yanımızda büyümüşlerdi o yüzdene bebeklere dair şeylere aşinaydı annen.







Daha doğmadan sana kimin bakacağı konuşuldu. Annen evlenmeden önce  anneannenin yaşlı, yorgun olduğunu ileri sürerek senden önceki torunu  İ. bakmasını istememişti. Anneannen de annen ve M. dayınla evde resmen bir üçlü çete halinde davrandığından ve annene çok ama çok düşkün olduğundan  öyle böyle değildi düşkünlüğü;  a demeye görsün  hemen yerine getirecek, kendini yok sayacak kadar;  ne yorgunluk ne hastalık dinlerdi isteklerini yerine getirip onu mutlu etmek için. Onun içinde annenin dediğinden etkilenip bakmamıştı İ.ye.


Bu düşüncesini ve de evlenenlerin eve gidip, gelmelerine “çalışıyorum bir Cumartesi Pazarım var; o günde onlara mı  hizmet  edeceğim “le  karşı çıktığından  mı çekindi yoksa baban trajik bir olay yaşamış babaanneni hayata bağlayacağını ki bende “iyi olur L. kadıncağız için “ diyerek babanı destekler  bir pozisyona girmiştim  baban öyle istediğinden mi  doğduğun güne kadar “anne sen bak” hiç  demedi


İnan yavrum asla ve asla babaannene  bir gün sormadık halanın niye intihar ettiğini  Öyle ki bir gün babaannen H. hanım  seni görmek için evinize gelmişti sen  ana okuluna başlamıştın deden seninle Teoman Erel parkında oynarken  H.hanımla sohbet ediyordum evde  annem ve bana dedi ki “herkes çok şaşırıyor; bunlar nasıl insanlar,  hiç mi merak etmiyorlar, hiç mi sormadı dünürlerin bu olayı”  dedi. İlk defa o gün sormuştuk biz de “nasıl ve niye oldu” diye. Tabii intiharda etkisi olsa bile kimse gerçeği söylemez; herkesin hemen sarıldığı bahanedir “depresyondaydı”  hep siyah giyerdi ama çok neşeli hayata bağlı, kediler düşkün biriydi. Akıllıydı.... Satanist miydi diye sordum  “bilmem”  bana öyle gelmişti.


Annene sormuştum birkaç kez “ya insan eşine de mi sormaz niye, neden intihar etti Funda, bir insanı hayatını kıymaya ne zorlar, hiç mi merak etmiyorsun” demiştim o da “bana ne” demişti “siz de sormayın sakın” talimatını eklediğinden bizde hiç sormamıştık. Sonra bir gün yine bu konu açıldığında babanın arkadaşı A.E’nin eşi D.’nin halanın ailesini suçlayan bir mektup bırakarak intihar ettiğini söylediğini anlatmıştı ki aslında biz kendi aramızda annenin bu meraksızlığını  “ garip bu L.; insan evlendiği aileyi taru-mar eden bir olayın gerçeğini niye öğrenmek istemez” diye eleştirirdik. Bugün bu satırları yazdığım şu anda  annenin bu olayın tamamen bildiğini ama bize söylemek istemediğini düşünüyorum .

 

 

www.milliyet.com.tr/1998/08/20/yasam/yas05.html
20 Ağu 1998

 Yokluk intiharı

Parasızlığa dayanamayan genç üniversiteli Funda, faturalarını, gitarını, kedilerini ve oyuncak ayısını ardında bırakarak canına kıydı
yas05.jpgKalorifer borusunda son
       Eskişehir Anadolu Üniversitesi Ecazacılık Fakültesi, bir genç kızın ardından ağlıyor. Büyük güçlüklerle üniversiteye giren ve maddi olanaksızlıklara rağmen son sınıfa kadar eğitimini sürdüren Funda Kocataş (22), iki arkadaşıyla birlikte kaldığı bekar evindeki tek göz odasında önceki gece geç saatlerde kalorifer borusuna bağladığı iple hayatına son verdi.
Daha fazla dayanamadı
       Funda'nın odasında, 20 milyon liralık telefon faturası, çok sevdiği gitarı, ayıları ve, "Kiranın verilmesi gerekiyor. Beni yaşama bağlayan bir şey kalmadı. Onun için ölümü tercih ettim. Kedilerimi Koray, Haldun veya Yasin'in bir arkadaşına verin. Yasin'den özür dileyin. Daha fazla dayanamayacaağım. Size sevgiler. Eğer öbür dünya varsa görüşürüz" yazılı bir not bulundu.
Son sınavına girmişti
       Funda'nın hayat dolu bir kız olduğunu belirten arkadaşları ise, "Herkesin olduğu kadar onun da ekonomik sorunları vardı. Her şeye rağmen son sınava gelmişti. İntihar ettiğine bir türlü inanamıyoruz" dedi. Funda Kocataş'ın intiharıyla ilgili soruşturmaya Eskişehir Cumhuriyet Savcılığı'nca başlanırken, talihsiz genç kızın cesedi Bolu'dan gelen ailesine teslim edildi.”


Güzel oğlum hayat çok garip bir şey; seni mezarında ziyaret ettiğimiz bir  gün  anneannenle eve dönerken otobüste birden aklıma geldi halan Funda’nın intiharı, Google yazdım ve yukarıdaki haber çıktı karşıma. Halanın intiharı,  ölüm  yavrum  bir aileyi nasıl yıkar,   nasıl  bir dağınıklık yaratır beyinde, babaannenin evinde ki gibi nasıl fotoğraflarıyla donatırsın   her yeri, insanı antidepresanlara nasıl bağımlı kılar  şimdi anlıyorum o zaman anlamamışım ben.
Gerçek yavrum eninde sonunda ortaya çıkar diye boşuna dememişler. İşte ben; sen yokken bu dünyada daha yeni öğrendim Funda’yla ilgili gerçeği. H. hanım  sen doğduktan çok sonraları  dedi ki “Funda, Fırat ismini çok severdi bir gün çocuğum olursa adını Fırat koyacağım “ derdi. Bir gün sana hep annenin yatak odasında komodinin üstünde duran  açık kahverengi bir çerçevedeki  Halanın  resmini sordum “ bu kim”,  “L.,.annem” demiştin hiç tereddütsüz.


Biliyor musun Can; her ailede çocukluğu, gençliği  el bebek, gül bebek geçen  “şanslı sperm” çocuklar vardır ki işin tuhafı o çocuklar bu her şey kendilerine sunulduğundan sanki bütün dünya onlara hizmet etmek zorundaymış tavrına sahiptirler ve asıl onlardır emeğe kıymet vermeyerek karşılarındakilere hayatlarında hiç yaşamadıkları  vefasızlık ve nankörlüğü tattıranlar en olunmadık anda darbe vuranlar;  bunu yaşayarak öğrenecektik bizde; senin yokluğunda. 











Aileyi   kullanma sonra o insanı ki bu anne olur, baba olur, abla, kardeş, abi olur ama hep ondan bir büyük olur işte o kullanılanı hayatının son yıllarında elinde kalmış posasıyla  bırakırlar yolun ortasında ne yazık ki   tipik Ortadoğulu ailesinin yaşam tarzıdır bu yaşananlar.  İşin ilginç yanı kendini ailesine adayan bu adayıştan mutludur; ta ki elindeki posayı fark ettirecek  olay vuku bulanan kadar ; bu da  bazen yıllar sonra olur ama eninde sonunda gerçekleşir. Olana kadarda “aile  demek  bu değilde nedir”in  ardına gizlerler  gerçek duygularını kurdukları çekirdek ailesiyle birlikte.

Yine bizim ev de salonda  annen, ben, anneannen oturuyoruz annen “ aslında  ben   ailelerle çok ilişki kurmaktan yana değilim. Cem’de, ben de  ikimizde ailelerimizle görüşmesek, çocuğu bakıcı tutsak çok iyi olur, doğrusu da bence budur” dedi gözümüzün içine baka baka. Şaşırdık  zira tam 40 yılını ailesiyle geçiren ve o ailede de her istediğini yapmış, kimsenin kaşının üstünde gözün var demediği, demeye de  cesaret edemediği,  bir prenses gibi  yaşayan birinden bu sözleri duymak...psikolojik bir inceleme gerektirmiş. Ben  “öyle yapın “ , annem de “anam, seni ne engelliyor öyle yap” dedi. Ailesinden bu dereceye bir bıkkınlık ama onlarsız da yapamamak... Yavrummm sen doğana kadar daha kimin sana bakacağı konusu açıklığa kavuşmamıştı hâlâ.

Tabii ki annen o zamanın moda doğum yöntemi sezaryeni tercih etti çünkü kadın doğumcular bebek zedelenmiyor diye neredeyse sezaryen olmayanı suçlayacak durumdaydılar ki Avrupa kraliyet aile mensupları, prenses Diana bile normal doğum yapmışken. Annenin doktoru Ankara üniversitesinden bir kadın doktordu adı  Oya‘ydı galiba dedi anneannen. Ben hatırlayamadım ve ne garip bir şey oğlum anneannen aynı hastanede Ameliyat olunca ve ben seni beklediğimiz o ameliyathanenin önünde tek başıma annemi beklerken senin 3.Katta bir odaya getirildiğini anımsadım. Resepsiyona indim  “yeğenim burada doğmuştu 2009 yılında acaba doktorunun adını, doğum saatini öğrene bilir miyim . ??Bana “ soyadı” dedi ve “Kocataş bebek” diye aradı. Doktoru İlknur Tolunkay ama doğum saatini bulamadım doğum raporunda yazılıdır bunlar dedi. Diyemedim ne bu dünyada olmadığını, ne de elimde doğum raporunun bulunmadığını.


O yıl 2009 da Türkiye de esen barış rüzgârıydı. Zira Temmuz 2009 da AKP hükümeti kimsenin cesaret etmeyeceği bir adım atmış, Kürt sorunu için ”açılım “ sürecini başlatmıştı, silahlar susacak yıllardır süren, onlarca insanın öldüğü  savaş nihayet bitecek diye insanlar da  bir umut...sanki insan haklarına , her türlü düşünceye saygılı yeni bir  ülkenin temeli atılıyor havasında insanlarda bir umut..bir umut... 







  7 Eylül 2009 Pazartesi doğduğun gün; gazetelerin manşetleri;







 Benim için zor bir yıldı, 2007 Eylül kanser teşhisi konan ben 2008 yılının Mayıs’ına kadar  kemoterapi almış sonrasında  ilaç tedavisine başlanmıştı Arimidex   alıyordum  sonra  4 yıl alacağım Tamoksifen’e başlanacaktı. Ve ilaçların yan etkileri çok ağırdı; Yorulmayayım diye genel müdür yardımcılarından birinin sekreterliğine atanmıştım. Sabah işe gitmek için hazırlanıyorum, telefon, annen “ biz hastaneye, doğuma geldik”. Annemle nasıl hazırlandık ben nasıl izin aldım işyerinden bilemiyorum. Doğduğun gün havaya  yağmurdan önce yaşanan sakinlik ve ılıklık  hakimdi; taksiye atladık bir yandan da söylendik “ya insan önceden aramaz mı,  arabanız var, bizi de alsanız ne olurdu” .2008 yılında kurulan HRS‘e hastanesine yollandık.


Çankaya Güneş sokakta yeni olduğundan çok şık, güzel,  özel HRS Ankara kadın hastanesine gittik, daha anneni almamışlardı doğumhaneye; mavi kurdelelere süslenmiş kapısında “hoş geldin” yazısı, bir valiz içinde doğduğunda giyeceğin eşyaların; mavi battaniyen, zıbının küçücük mavi başlığın,  beyaz eldiven, beyaz çorapların. “gelirken biz de alsaydınız ya” her zamanki suskunluk...”heyecanlı mısın “,  “ ehh...” hemşire geliyor, damar  yolunu  açıyor, ameliyat gömleği giyiyor annen, “haydi bakalım gidiyoruz bebeğin giyecekleri...”.Ben sedyeyle birlikte ameliyathane kapısına kadar iniyorum yanımda teyzen. Korkuyorum, endişeliyim Bir komplikasyon ya da başka bir şey olur diye ömrüm boyunca zaten hep endişe duydum her ameliyat, operasyon öncesi. Hemşire “burda beklemeyin odaya çıkın, bitince haber veririz” diyor. M. dayın galiba F. teyzenleri alıp sonra gelmişti kuzenin T. , baban kantinde kahve içiyorlar. Babaannen, deden annen doğumhaneye gittikten sonra geldiler.


Öğrenemedim yavrum ama aklımda kaldığı kadarıyla saat dokuz ya da dokuz buçuğa doğru  dünyaya geldin. Hemşire haber verdi “anne de, bebek de sağlıklı”  “ oh çok şükür, çok şükür” annem dua ediyor. M. dayın anneni kameraya aldı ameliyathane çıkışından odaya gelişine kadar;  asansörde dahi. Önce annen geldi odaya hafif baygın,  sonra seni getirdiler. Sen hemşirenin kucağında odaya girdiğinde hemşireyi izleyen bir ordu; aşağıdaki resimdeki şeffaf  beşiğine koydular seni.







Etrafında ben, G., F. anneannen, babaannen, baban,  küçücük bir ağız, burun, seni ilk gördüğümde  bayağı bildiğin  siyah saçları gür bir bebek, kilon fena değil 3,500 gram, “ böyle tutacaksın “ diyerek seni annenin kucağına verdi hemşire. 

Annenden sonra ilk ben aldım kucağıma. Öyle küçüktün ki korktum düşürürüm diye, baban eğildi sonra almak için benden sigara kokuyordu  “Cem , sigara kokuyorsun yazık bebeğe” terslendi “hatırlatırım bu çocuğun babası benim” . ben de   “biliyorum” dedim “ ama sigara kokusu zararlıdır yeni doğmuş daha süt kuzusu bu “.Sustu







Resimdeki sepetinde az mı salladım seni uyutmak için. Hastane beşiğine koyduk seni etrafında yine biz  klasik sözler ardı ardına “ açılalım nefes alsın”  “ayyy bu kime benziyor, “ çok güzel bu “, “bak baka ağzını ne yapıyor” her hareketine bir yorum sen bizden habersizken. Babaannen “Funda’ya benziyor” diyor biz susuyoruz çünkü hiçbirimiz halanı tanımıyoruz ama yüzünde annenden, babandan belli belirsiz  izler var  belki bizden de ya da o an bize öyle geliyor. Doğrusu o an kime benzediğini bilmemize imkan yok.


Ağladın sen, bebek sesi sonraları oyun oynadığımızda  taklit ettiğin bebek sesi; annene meme nasıl “verilir”i öğretti bir hemşire. Sonra babaannen bir ara dışarı çıktı bir paket çikolatayla geri döndü. Biz  kalabalık etmeyelim mikrop almasın diye kah hastanenin kantininde; kah senin yanında akşamı ettik; kuzenlerin de seni görmeye geldiler; tek  erkek kuzenin   T. 13 yaşında  pabucunun o gün seninle dama atıldığından  bir haber gözünde gözlüklerle geldi seni görmeye. Komikti. Gece yanında annem kaldı. Tabii gece ve sabahın ilk ışıklarıyla süren  telefon görüşmeleri “bebek nasıl, L. ağrısı mı var, kaçta çıkacaksınız, ne yediniz” Öğlene doğru annemim kucağında sen, baban annenin kolunda evinize gittiniz.







 Annen ve baban; ne sevinçlerini ne de sıkıntılarını  paylaşmayı  sevmeyen demeyeyim istemeyen insanlardandılar; ne kazandırıyorsa bu paylaşmamak  insanlara bilmem; bilinçli bir içine kapanıklık, bir insanları uzak tutma, mesafe koyma tavrı; ardında illaki de bir gizli sırı , bilmişliği barındıran.


Senin doğumuna çok yakın  bir Cumartesi günü  o güne kadar bizi hiç aramayan baban aradı “L. siz de mi?” , “yok. hayırdır, bir şey mi oldu, nereye gitti” bizde anında bir telaş “erkenden çıktı, bir şey söylemedi. Ara, ara, cevap  vermiyor annen. Epey sonra aradı “Tunalı’dayım”. Sesi bir tuhaf  sanki ağlamış gibi, ben bir şey olduğunun farkındayım ama ne? Kavga etmiş belli babanla ama ses yok...Her ailede olan kavgalardandır diye düşündüm.

Annen evlenmeden 3 ay  önce çok doğru ve benimde büyük destek verdiğim bir kararla  evden ayrılmış Sedat Simavi sokakta bir oda, bir salon küçük ve şirin  bir ev tutmuştu. Kul köle olduğu prensesinin böyle bir laf edeceğine inanamayacak annemi çok üzen “ bir tek gün kendime kahvaltı hazırlamadın. Şimdi kahvaltımı hazırlıyorum”  cümleciğini sarf etmiş F.teyzene “hazırlasaydı anam kim engel oldu” demişti annemde Annem evden ayrıldı diye annen perişan olmuştu, az gözyaşı dökmemişti yazlıkta. Sana hamile kalınca  Ahmet Rasim sokakta   asansörsüz,  çatı katında 2 oda bir salon   daha geniş bir eve  taşındı; sen hastaneden Salı günü Duçe Fizik tedavinin biraz ilerisindeki o eve geldin. Tabii ki aynı gün iş çıkışı yolumuzun üzerindeki evinizdeydik biz de.   






 




Öyle bir evdi ki tesisat dökülüyordu; lavabonun altı akıyor altına leğen koydu annem; musluklar su kaçırıyor;  bir usta getiriyoruz onarmak için. Bir de soğuk anlatılır gibi değil; üşüme diye daha sıcak olan annenin odasında banyo yaptırılıyor sana elektrik sobası yakılıyor.  


 Baban çalışmıyor çünkü ortalık grafiker kaynıyor; kime sorsan grafiker. Annem sizin evde senin, beşiğin annenin yatak odasında, annem hem sana hem de sezaryenli kızına  gece de bakmak istiyor ama annenin odasında yatmak için geldiğinde babanın yatığını görüyor, geri dönüyor. Bir hafta gece, gündüz sizde kaldı, sonra kırkı çıkana kadar bebeklere her gün banyo yaptırılmasından yana olan annem diğer torunlarına yaptığı gibi  sana banyo yaptırmak  için evinize geldi. Fırsatını bulur bulmaz seni görmeye bende geliyordum annem mavi küvetinde sana banyo yaptırıyor;  su saçlarına değince  titriyor,  irkiliyorsun, kafatasın öyle yumuşak ki, korkuyoruz ellemeye. Banyodan sonra kremliyor, minicik ayaklarına çoraplarını giydiriyor, başına şapkanı takıyoruz oluyorsun sana mavi bir şirin; misler gibi kokuyorsun âdeta bir prenssin bizim prensimiz.

 Anneme kalsa asla seni, prensesi anneni bırakmayacak ama hem babanın evde olması ki annem sizde kaldığı müddetçe baban genellikle yatarak vakit geçirmiş  hem de   babanla misafirlerin önünde yaşadıkları  tartışma yüzünden bir hafta sonra eve döndü. Şakayı sevmezdi annem anneannem Emine gibi. Sonra babanın şaka yapacağı yaşıtı  değildi ki pek hoşlanmadığı babanın yapacağı bir  şakayı da kaldıracak  durumda hiç değildi. Ama baban arkadaşıyla birlikte annemin en hassas noktasına parmak  basıyor; etnik kökeni hakkında konuşuyor.


  Sen doğduğunda 64 yaşında olan anneannen; hayatı boyunca kendini hep önce Alevi sonra Türk tanımladı asla Kürt değil,  bir tek  Zaza denmesine itiraz etmedi. Annem sizdeyken sanıyorum  sen doğalı ya 4 ya da 5 gün olmuş baban yemek yerken anneme “ Varto’da Ermeniler çokmuş,  Ermeni misiniz “ diye sorunca annem de  “aslımı niye inkar edeyim,  Ermeni olsaydım  derdim ve Ermenice konuşurdum ama   ben Aleviyim Zaza’ca konuşuyorum“ demiş  demesine de  fena sinirlenmiş; Ermenilere karşı olduğundan değil öyle olmadığından; babanın bu ona göre imalı sorusuna. 



Bu olaydan bir ya da iki gün sonra bir grup arkadaşı seni ziyaretine gelmiş;  çay koymuş annem, gelenler 3-4 kişiymiş içlerinden biri Arap kökenliymiş ve anneme   “siz Ermeni misiniz“  diye sormuş. “Değilim  ama Varto’da Ermeni çok “ ve  eklemiş “Ermeni olduğumu size kim söyledi “, “damadınız söyledi “. Annem durur mu “on kere demişim bana iğneyi batırana, ben çuvaldızı batırırım. Onun ne hakkı var aslı mı sormaya? Anlamadım niye benim aslımın peşine düşmüş. Ben hiç Cem’in aslını soruyor muyum?”  Ortam gerilince arkadaşı da “ o da bir Romandır “demiş.











Annem hakikaten çuvaldızıyla öldürücü darbeyi vuruyor “zaten aslı belli oluyor” la mutfağa yöneliyor. Açılım sürecindeki Türkiye’de insanların etnik kökenlerini merak etmeleri   yeni  trendi;   annemin kuşağı,  yerleşik önyargıları hemen silecek bir yapıda değildi, ki o kuşak yıllarca koyu, sürekli bir propagandayla  Türk dışındaki her etnik kökeni dışlayan, kötüleyen  müesses nizamda büyümüş o sistemin  eğitimden geçirilmişlerdi. Annem “o bir çingene “ derken yıllarca Ermeniliğin hakaret olarak kullanıldığını gördüğünden, bildiğinden Emeni diyerek kendini aşağıladığına inandığı babanı “sen de Çingenesin”le aşağılamak istemişti. Babanın arkadaşının giderken   dediği “teyzeciğim özür dilerim inşallah bir gün görüşürüz “üne  annem de “ bir daha beni görürsen, görüşürüz” karşılık veriyor, o sinirle sabahı zar zor ediyor,  sabah olduğunda eşyasını topluyor kahvaltı yapmadan  eve geliyor ne annen,  ne de baban gitme demiyor.


 Annen bana  “rezil etti misafirlerin önünde C.’i ” dedi,  eşinin anneme yaptığının yanlış olduğunu hiç kabul etmedi zaten hiç bir zaman  hayatının hiç bir döneminde yanlış, hata yapmadığına inanacak kadar kendini mükemmel sayan insanlardandı annen. Eşine yapılanı hoş görmemiş ve de “ lohusa kızını düşünür insan, ne biçin anne bu,  tek başıma bakarım  bebeğime, yardımına ihtiyacım yok ne minnetim olur ona”yla  öfkesini kendini eliyle  beslediğinden  kal demiyor annesine. Annem tartışmayı anlatırken “sanki ben onun yaşıtıyım ,  insan yaşıma saygı duyar” diyordu “boş ver “dediysek de o kırgınlığı hep sürdü annemin. L. kendini yönlendiren, akıl veren  ve hep  “sen haklısın” cümlesini duyacağından emin olduğu F. ye  de annemin davranışının kendisini çok kızdırdığını anlatıyor.


Bu olaydan  sonraki gün  annemle alışverişe gittik “ben haydi bebeği görmeye gidelim” dedim annem  haklı olarak gelmek istemedi ama  benim burnumda tüttüğünden “ayyy anne ne zamana kadar gitmeyeceksin haydi” Kapıyı çaldık, babanın elinde haşlanmış  yumurta sofraya   götürmek üzere, ne hoş geldin ne bir şey, sofraya bıraktı yumurtaları “ben çıkıyorum” dedi annene. Zaten bizi kapıda gören annen  memnun olmasa da bizi gördüğüne bir şey de demedi hep yaptığını yapıp içine attı söylemek istediklerini ta ki....inan ben farkında bile değilim babanın anneme karşı tavrında ki umurumda değil  çünkü ben soluğu  senin yanında aldım “benim oğlum, ne yapıyormuş” caddeye bakan pencereye yakın kanepeye  serdiğimiz battaniyenin üstüne koyuyoruz seni, güneş ısıtsın diye,  kucağıma alıyorum ama hala çok korkuyorum öyle miniciksin ki canını acıtırım diye. Günler geçiyor daha adın konmadı; soruyorum “Eren”..” Kuzey” nasıl sence “güzel arkadaşımın oğlunun adıydı, C. ne diyor” “o benim dediklerimi beğenmiyor”









Ne inanılmaz bir mutluluk, huzur çevrende onlarca olay olurken habersiz uyumak sen işte öyle bir konumdasın mışıl mışıl uyuyorsun arada gülümsüyorsun “melekler güldürüyor” diyoruz o meleklerin büyümeye başlayınca kaybolacağından emin.


 Bazen iş çıkışı, Cumartesi, Pazar illaki hafta içi sonu bir iki gün seni görmeye geliyorum, annen ya 4 ya da  6 ay doğum iznindeydi. Çok güzelsin  ya da bize mi öyle geliyordu bilmiyorum güzel ve tatlı bir bebeksin şansın konuşkan bir ailen var herkes konuşuyor seninle “büyü azıcık parka gidelim”, sen  anlamadığımız sesler çıkarıyorsun  öyle çok ağlayan bir bebekte değildin. Ya da ben öyle hatırlıyorum. Gazını çıkarırdık bol bol. Eviniz soğuk ya  ısınmıyor elektrik sobasına, son ayarda yanan kombiye rağmen epeyce yakıt masrafı sonunda iki ay sonra galiba  F. teyzenin oturduğu  yine Çankaya’da  Basın sitesine  taşınıyorsunuz; yıl 2009’un son ayı.







Oturtuyoruz annen, ben baban yok. Kapı açıldı baban, annenin önüne bıraktı “ayyyy çıkardın mı, Can mı? Can mı oldu adı” Baban annene sürpriz yapıyor; o gün nüfus müdürlüğüne gidip hüviyetini çıkarıyor ve adını da  koyuyor. “Haberin var mıydı  Can koyacağından”, “yok” . Annenin az burukluğunu kapatıyor elinde tutuğu senin nüfus cüzdanın. Baban   “baktım karar verene kadar çocuk okula başlayacak, o yüzden...“ diyor.


Daimi muhalefetlik, her şeyden yakınmayı huy haline getirmiş bir toplulukta doğan büyüdükçe hepimize sirayet etmiş o özelliği taşıyacaktın eminim sende, adının Can olarak baban tarafından konulmasına  eleştirilerden kimse kaçınmadı  “o ne biçim isim, dolgun bir ad değil yani ağırlığı olan, büyüyünce Can bey denecek. Can koyacağına Fırat bey daha güzel olmaz mıydı” Yapacak bir şey yok ki sonraları herkes çok sevdi adını Can, iyi ki Can konuldu dendi hep.


Annen seni 6 ay emzirdi, biberonu hiç sevmedin, hiç mama yemedin biberonda  desem yalan değil ama biberonda su, meyve suyu hatta ıhlamur içmişliğin vardı. Emziği çok sevdin,  bırakman da kolay olmadı, çok emzik değiştirdik çokk. Renk renk  emzikler, kolay uyuyordun emzikle. Annen emzikten vazgeçirmek için seni evdeki bütün emzikleri kaldırıyor. Sen çok ağlıyor öyle çok huzursuzluk yapıyorsun ki   babaannen eczaneye koşup hemen emzik alıyor sana.









Doğum izni bitmek üzere işe başlayacak annen;  sana babaannenin bakmasına karar veriliyor zaten baban da, biz de  “kadıncağız çok ağır bir acı yaşamış,   Can’a bakması ona iyi gelir, oyalanır böylece”  babaannenin  bakmasına sıcak bakıyoruz zira  yaşadığı öyle böyle bir olay değildi ki, gencecik bir kızın intiharı....babaannen “babişkon” sürekli Prozac kullanıyordu. 











Ahhhh can yukarıdaki videoda ki o yere atılmış mavi tavşancığın şimdi evde senin fotoğrafların tozunu aldığın komidinin üzerinde bana bakıyor....ahhhh...ahhh... 

Annem    “kızım senin eşin hep evde, ben nasıl bakayım çocuğa, belki evinde şortla dolaşmak isteyecek. Ne o, ne de ben rahat etmeyiz. En uygunu  Cem’in annesi. Oğluyla birlikte baksınlar“ demişti ki zaten çok babana kırgın olduğundan o evdeyken sana bakmazdı ki babana senin hatırana ses çıkarmıyordu.

Büyük yanlış orada başlamıştı aslında sevdiğinin hatırına susmak, hatırına katlanmak kendinden ödün vererek, kendini yıpratarak yaşamaya hiç ama hiç gerek yokmuş yavrum. Yaşasaydın sana “hatrına” bir şey yapmanın yanlışlığını anlatırdım inan.


Nihayet annen işe başlıyor,  ben de bir süre sonra sekreterlikten ayrılmıştım, kullandığım ilaçların yan etkileri çoktu ve  beni çok etkiliyordu, sekreterliğini yaptığım genel müdür yardımcısı da görevden alınmıştı daha rahat bir  birime; arşive geçtim. Vaktim çoğalmıştı seni görmek için sık sık işyerimin güzergahındaki  evinize geliyordum. Ki annende ”bi  uğrasan,  bir baksan ne yapıyorlar”  diyerek bir nevi  denetmenlik görevini yüklemişti omuzlarına ki benim seni görmeme bahane ya atladım üstüne tabii.

Babaannen çok uzak bir semtten  ta Yenimahalle’den geliyordu, iki araba değiştiriyordu. Sen onun Prozacı; ilacıydın  hiç yüksünmeden,  bir hevesle bakıyor; kar kış demiyor üstelik en kötü havada bile yollar karla kapansa dahi sizde kalmıyordu









Dünya kurulduğundan bu yana hiç değişmeyen “kaynanayı daha doğrusu kocanın annesini sevmeme” sendromu ki bizimde yaşadığımız bir olguydu. Kocasını sanki anneleri ellerinden alacakmış gibi hiç olmayacak bir vakayı kafasında nasıl yaratıyor bunca gelin anlaşılır gibi değil. Annen de hem seviyor, hem sevmiyordu. Seviyordu çok uzaktan geliyor,  iyi bakıyordu sana. Sevmiyordu  temizlik takıntılı annen  ki evlenmeden önce eve kimse gelemezdi elde bir bez ha bire paspas yapardı, ona göre  herkes kirliydi, başkalarının annemin, benim yaptığım işi bile beğenmeyen annenin  içine sinmezdi evinde bir başkasının yaptığı iş, yemek.


 Gerçi babaannende temizlik konusunda annenin tersine  çok large'dı  gerçekten de yağ içindeydi mutfak, bir yemek yapıyordu tavuğu poşetinden çıkarıp tak diye mutfak tezgâhına koyup ordan musluğun altında yıkayıp hoop tencereye.Sonra dostlar alışverişte görsün misali üstünkörü bir bezle siliyordu tezgahı.  Mama sandalyesinde sana yemek yediriyordu, önüne çay tabağı, kaşığı koyuyordu oyna diye,  ne usul,  ne erkan; döke saça yemek yediriyordu sana. Ki babaannen  ilk okul öğretmeni çalışan bir anneymiş. Allah için  seni çok güzel besliyordu; yedirmediği, seni alıştırmadığı sebze, meyve  kalmamıştı  kemik, tavuk sulu çorbalar, pek seveceğin ayran çorbası, tarhana ve de mercimek.




Mercimek çorbasını o kadar severdin ki mahallede başladığın “mor ....” kreşte öğlen iki tabak yiyince öğretmenin bir kavanoza koyup bana verdiğinde  “can çok sevdi iki tabak yedi öğlen, akşam da yesin “. Sana bakmayı bıraktıktan sonra da yıllarca sana yemek yapıp getirdi babaannen; hemen hemen her hafta  yaptığı yemeklerin tencerelerini koca yayvan bir sepete koyar, Deden’le arabayla getirirlerdi annen daha onlar gelmeden uyarırdı “aman sepeti yere koymasın elinden al mutfak tezgahına koy, boşalttıktan sonra  birkaç defa sil, antreyi de sil “,  evinizde   çok da oturmazdı  your grandparents’lar  niye bilmem.


 Senin  yağlı et dediğin pirzolalar; babaannenin didilmiş etten yaptığı  “beyaz çorba “dediğin  paça çorbası. Küçücük kurabiyeler,  bayılırdın sigara böreğine bir de buğdaydan, pirinçten  yapılan ayran çorbası; karnabahar, kabak dolması bile yerdin. Bence babaannen sayesinde sevdin sen her sebzeyi. Vişne suyu getirirdi, dolaba vişne, mantı  atardı senin için. 









Onca çocuk  tam 5 bebek geçti bu evden hiç kimse “bana lahana getir “demedi sen dedin. İpek hanımdan getirdiğimiz kütür kütür beyaz lahana favorimizdi. yediklerim özel olduğundan sizin eve sana bakmaya geldiğimde yiyeceklerimi de getirirdim  buzdolabı poşetine koyardım çiğ lahanayı, tabağa koyup üzerini tuzlardım ben yerken sende yemeye başlamıştın lahana,  turp, havuç ve yer elmasını. Meyveleri, sebzeleri  soyar küçük çay tabaklarına koyar yanına bırakırdım. Bazen en az dört çay tabağı  olurdu yanında; ceviz, üzüm, leblebi, elma,  fındık, fıstık, badem her şeyi,  her şeyi severdin. Büyüdüğünde 3,4 yaşında Fırıncı Orhan’a götürürdüm “ hangisini istersin” tezgâha bakar şunu al derdin “ekler”i severdin,  dört tane alırdım eve ulaşır ulaşmaz açar hapur hupur yerdin.








Babaannen kaşığı uzatır uzatmaz ağzını kocaman açıyordun  peş peşe dolu kaşığı dayıyordu; ödüm kopuyordu şimdi  boğulacak diye. Elin, ağzın, burnun yemek, yağ  içinde yiyordun yemeğini. Sonra yaş bir bez hoppp siliyordu ağzını  sertçe ki bazen ağlıyordun.

Kucağıma alıyordum seni  pek sevimliydin yavaş yavaş tanımaya başlamıştın aileyi, bizleri.  “İyi ki geldin” diyordu babaannen  “sen Can’la oyna, ben yemek yapayım “ ya da “sen Can’a bak ben bir Çağdaş’a gidip alışveriş yapayım” diyordu. Büyümeye başlayınca  seni alıyor parka götürüyordum. Park konusunda hep yüzün güldü nereye taşındıysanız orada çevrende onlarca park oldu evinin. Bazen babaannen hiç hoşlanmıyordu gelmemden,  gelmemizden belki de denetlediğimizi düşündüğünden ama en çok da  tek kalmak istiyordu seninle. 




11.02.2013  12;28 babişkon ve sen




Sende kimseyi  istemiyormuşsun F. anlatıyor  “ya gidiyorum H. hanım   bozuluyor, Can’da  “sen cit “ diye tutturuyor, çıkınca da  kapıyı küt diye arkamdan itiyor “. İşin garip yanı  2013 yılında 3 yaşında bizim mahalleye  taşındığınızda  “babişkon” gelince bu defa da sen  “babişkon”a  git demeye başladın, ben  “gitmeyin kalın “dedikçe sen bir ağlama tuttururdun ama öyle böyle değil  “git, git “ , “gitsin, gitsin”  apartman yıkılacak, kadıncağız ne yapsın “tamam yeter ki sen ağlama”  kaçar gibi giderdi.









Bu beni çok üzerdi;  “çokk ayıp insan babaannesine böyle yapmaz, davranmaz. O seni çok seviyor, bak sana ne güzel köfte yapmış, kurabiye yapmış, şimdi ben arayacağım sende özür dile “ derdim. Arardık, sen “özüy dilerim” derdin, H. hanım pek bir memnun olurdu ki ben bunu bildiğimden arada  H. hanımı aratır konuştururdum seni. Çünkü emek vermek nedir bilirdim, emeğin sağdıç emeği sayılmayacak kadar değerli olduğunu nasıl bir güç, çaba gerektirdiğini bilirdim.







Sen benim meleğim, sen eğer evde biriyle oyun  oynuyorsan benimle,  anneannenle, annenle, babanla yani kimle oynuyorsan   o an ona takılırdın eve kimse gelsin istemezdin; Dayım, N., teyzem , başkası  eve geldiğinde oyununun  yarım kalacağını bildiğinden yüzün asılırdı,  ben televizyonu açardım çizgi film izle, kağıt kalem verirdim resim yap diye,  yemeğini getirdiğimde sorardın “ne zaman gidecek”  ya da mutfakta, salonda  otururken kapıdan  bakar sonra yanıma gelir  iki elinle kulağımı kapatır sorardın “ne zaman gidecek”. 



Bu alışkanlığını babaannenden edinmiş olabilirdin, babaannen de seni paylaşmak istemezdi. Bir bağırtı, bir çağırtı topa güm güm vurmalar, alt kattaki F. hanım teyzen F.’ye söylüyor “çok gürültü yapıyorlar”. Çoğu kez değil hemen hemen daima  kucağında sen varken, seni  uyuturken seni ağlardı; birden ağlamaya başlardı “babişkon” H.hanım.





Arada işi çıkıyordu ya da M. deden hastalanıyordu annem devr alıyordu seni. Bir nevi imece usulü bakılıyordun ama 2010 yılının ya  Nisan ya  Mayıs  ayından itibaren sana bakmaya başlayan babaannen bir süre sonra 2011 yılının başından itibaren annemle  ortaklaşa bakmaktan yana konuşmalara başlamıştı kolay değildir bir çocuğun  peşinde koşturmak, gidip gelmek, yemek yapmak  yavaş yavaş yoruldu tabii sen hareketlendikçe koşturamıyor, holde yere oturup top oynuyordu.


Holünün çok uzundu, holde oturuyor  bacaklarını iki yana açıyor, sen de karşısında birbirinize top atıyorsunuz. Kuzenin T. holde  top peşinde koştururken  başını duvara vurup kırdığından herkes  çok dikkatli. Seni çamaşır sepetine koyuyorum sürüklüyorum “çekilin yoldan, düt dütttt araba geliyor”. Biraz daha büyüdükçe dış kapıyla senin oyuncaklarının olduğu odanın kapısı  kale  görevini üstlenecekti.





  


İşte sen ve annen 2010 yılında bu arada dişlerin patlamaya başlamış huzursuzsun sen, salyalar akıyor ağzından önlüğüne;  beyaz, pembe renkte  bir diş kaşıyıcın var,  bazen eline tahta kaşık da veriyoruz   annem “off yavrum bak  nasıl kabarmış, kaşı oğlum derdi” diğer çocukları fersah fersah geçen bir hızla çok erken diş çıkardın, çok erken yürüdün ve de çok erken emekledin bir hızlı emekliyordun ki  holde bir anda yok oluyorsun 2010 yılında annen seni alıp  Dikili’ye tatile götürüyor. İlk tatilin son tatilin olacağı yermiş meğer  Dikili...kim bilebilirdi... kim...






15 günlüğüne, R.’nin zeytinliğine bakmak için onunla sözleşme imzalayan  M. dayın, annem ve deden var Dikili’de. Anneannen beyaz ayakkabılarını giydirip elinden tutarak seni parka götürdüğünü anlatıyor bana telefonda. Her gün arıyoruz “Can ne yapıyor, denize girdi mi”  “yok ayaklarını suya batırıyoruz, bol bol güneşleniyor”. Kaç gün kaldınız bilmiyorum tek bildiğim Edremit havaalanında çalışan arkadaşımın telefonunu istediniz, zira  geç kalabilirmişsiniz  uçağa biraz bekletsin diye ricada bulunacakmışsınız; M. arabayla güç bela yetiştirmiş  uçağa sizleri;  yolda bir domates kamyonu devrilmiş, sen kaka yapmışsın.





Annen bekârken her konuda o kadar büyük konuşurdu ki. Evlilik, evlenilecek kişi, evlendikten sonra aile ilişkileri; sevmezdi mesela evlilerin bize sık sık gelmelerini ben yapmayacağım; yüzyıl bekar kalsam “G. nin evlendiği E. , F.nin evlendiği İ. gibi biriyle evlenmem” derdi ama İ.ye kızdığı zaman derdi bu sözü oysa E. için her zaman aynı düşüncedeydi. Babam elini yıkamıyor diye hayatı zehir ediyordu; dedektif gibi peşindeydi babamın elini yıkasın diye elinde... Elinde yaş bir  bez evin içinde dolanıp dururdu .


Şimdi sen yoksun ya yaşadıklarıma bakıp inandım ben insanın hayatta söylediğinin hep tersi olur, insanda hep tersini yaparmış söylediklerinin. Baban annenin ölçülerine göre tabii ki kirliydi çoğu insan gibi  yemekten, tuvalete gittikten sonra elini yıkamayan, banyo yapmayı sevmeyen. Annenin temizlik kriterlerine uymak gerçekten kolay olmadığından babaannenin de  sana bakmasından hoşnut değildi “işten yorgun argın geliyorum sonra saat 11’e kadar ev işi, temizlik her yeri siliyorum, çünkü buzdolabına kadar her yer yağ, kir. Yorgunluktan öleceğim “ şikayetleri artarak devam ediyordu.


 Babişkon önüne  kavanozlardan çıkardığı makarna, bulgur, fasulye koyuyor,  arpa şehriye hatta çay bildiğin çay koyuyor oyna diye mutfak bir anda karışıyor halılarda çay, bulgur kırıntıları annene çaktırmamak için uğraşsa halıyı çırpsa da illaki bir yerde kalıyor bir kırıntı ya da F.teyzen, ben görüp iletiyoruz. Bunu niye yaptık ne gereği vardı, annenin takıntısını alevlendirmekten başka ne işe yaradı... Ama o günlerde bizim için senin sağlığın, hijyen çok önemli; bakıldığın ortamın temiz olması gerektiğini düşündüğümüzden yapıyorduk  çokk yanlışmış çokk.




03.09.2011



Bebeğim;  sen ve ben evinizin önündeki yukarıda resmi koyduğum  parkta kuma ev çiziyorum, ağaç, araba. Sen de yapıyorsun,  sonra  evde halının üstüne çiziyorum sende çiziyorsun. Sen kaydırakta kaymaktan korkuyorsun birlikte merdivenden çıkıyoruz seni kayığın başına bırakıyor aşağıya iniyorum hızla   “haydi Can bana gel  gel haydi bebeğim, bak  bekliyorum, korkma”. Alışıyorsun sen yavaş yavaş kayıyorsun.


Elin elimde Çankaya belediyesinin “ Rafet Genç” kreşinin önüne gidiyoruz parmaklıkların ardından bakıyoruz  çocuklara,   oynuyorlar, sen seyrediyorsun. İstemediğin kadar çokk oyuncağın var, salıncak, çadır bile alınıyor o çadırın içine giriyoruz birlikte sen oyuncaklarını getiriyor  oynuyoruz. Abaküs almış annen sana  abaküsle sayı sayıyorum sana, renkleri öğretiyorum;  sarı mavi kırmızı boncukları beşer beşer farklı biçimlerde dizdiğim abaküsle oyunlar öğretiyorum  sana. Aşağıdaki video’da odan,  oyuncaklarının görüntüsü.






Şimdi “söylesenize, sahiden siliyor mu hatıralar ölümün ağırlığını?” diye sormuştum ya bir önceki günce yazımda; ölümün ağırlığını silmiyormuş hatıralar; olmuyor  sahisi gibi  hiç bir şey..olmuyor işte!

Bağbozumu zamanı ya şimdi; rüzgar mevsimine inat sararmayan isyankar bir kaç hanımelinin kokusunu taşırken bilinmedik diyarlara; sonbaharın orta yerinde sen yavrum sen  yoksun diye eksildim ben...denilenlere uyup eksilenlerin yerine yenilerini koymaya çalıştım yavrum ama  hiç olmadı sahisi gibi, eskisi gibi...hiç olmadı... ya rengi uymadı... ya dokusu tutmadı ya da başka bir şey... olmadı sahisi gibi işte


Sen bilecek kadar yaşamadın ciğerparem ama  ben artık biliyorum   insan en büyük hüzünlerini, acılarını  kalabalıkların tam ortasındayken yaşıyor. Hayır, hayır; onlara dahil olamayıp yapayalnız hissettiği için değil, bir süre sonra kimse duymak istemiyor da bilmekte istemiyor çektiğin ölüm acısını, gözlerinde hüznü görmek istemiyor çünkü hayatlarına devam etmek istiyorlar; sen onlara acınla ölümü hatırlatıyorsun, üzüyorsun. Bunu anladığında insanda kimseyle paylaşmak istemiyor acısını, kimse rahatsız olmasın diye.







çok sevdiğin evinde bizdesin yine 14.05.2011-12;40  


Güzel oğlum benim; insana tüm bildiklerini unutturan o ölüm  kasırgasının altını üstüne getirdiği hayatımın  enkazında bir yıl önceki “sen”e dönüp baktığımda o “sen”den eser yok.
Onun içinde hayatı darmadağın edecek  ölüm haberini almamak, senin kaza haberini almadığım o bir saniye  önceki  hayatımın an’nın içinde sonsuza kadar kalabilecek bir mucizeyi isterdim ben.

18.07.2017