21 Aralık 2011 Çarşamba

Ahmet Kaya hüznü var Cumhuriyet’te

Bir gün “olur a“ ulusalcı Kemalistliğinden kurtulur da rüştünü ispatlarsa; onlarca “Cesedi parçalanmış, gözleri oyulmuş  evlatlardan bir evladın; Ayten’in babası; Hıdır Öztürk”ün  ancak 19 yıl sonra anlatabildikleri / anlatabilmesi yüzünden, sırf bu yüzden dâhi hep Ahmet KAYA hüznü olacak Cumhuriyet’te, artık çok da fark etmiyor ne söylendiği, ne duyduğunuzu, yaşadığınızı bilirken.

Hıdır amcanın, kıyım tanığı Dersimlilerin, yakınlarını  faili meçhulde, savaşta kaybedenlerin,  12 yaşında Varto’da depreme yaylada yakalandığında; mallar için cebinde taşıdığı kaya tuzlarını o anda öldüğünü bilmediği babası kendisine sarıldığında  canını acıtmasın diye  köye doğru koşarken cebinden atmasını 65 yıl sonra, kendisi gibi elleriyle enkaz kazan Van’lıları izlediğinde anlatan babanızın, yaşadıkları  o  zaman dilimlerini zalimlerden kaçırıp “kalsın benim”le diye  en diplerine saklamalarında gizlidir; gözlerde, seslerde insanlığı aramaları, deyişler söylemeleri,  dağlara çıkmaları, sokaklara dökülmeleri.

Bir gün de devletin sağı, solu, dincisi, laikiyle organize ettiği Dersim kıyımı için özür dilediğinde Başbakan,  geçmişin ”özür diletecek” vahimlikteki kıyımının tarih kitaplarında  niye yer almadığı fitneliği  “öğretilenler, bildiğim doğrular ya doğru  değilse” yi kurcalattığında,  ideolojisi faşizm esintili devletin, gerçeği gizleyerek vatandaşlarını kandırmış olması  “insanı kendinden başka kim kandırır ki”ye de format attırtır.

Eğer açılsaydı tüm arşivler; dağ Türklerine kıyan devletlûmun marifetlerini gündeme taşıyanlara kızan ulusalcı fanatik küçük beyaz Türkler; belki sayfalar arasında yalnızca katliamları, sürgünleri, İstiklal mahkemelerinin kararlarının keyfiliğini değil; Rauf Orbay’ın  “Paşam garpta bütün mühim şahsiyetler hatıralarını kaleme alırlar, siz de istiklal harbimizi anlatsanız fena mı olur ?“ sorusuna  “Evladım bu milletin elinde kala kala istiklal harbi kaldı, hatırlarımı yazıp onu da ben mi bitireyim” cevabının nedenin de, eroin üretip satan “ TETKAŞ”ın  yönetim kurulu başkanı Hasan Saka’yı Meclis Başkanlığı, Başbakanlık koltuğuna oturtan, Evren’nin kanla boyadığı tablolarını en yüksek fiyattan almak için yarışacak kadar  darbe / asker sever burjuvazili, medyalı   Cumhuriyet’in  kurgusunu da  çözebileceklerdi.

Muhtemelen  sürecekleri kıyıma, tehcire, vergilendirmeye  uğrayanların mal ve mülklerinin akıbetinin izi  allanıp pullanan asker, sivil yöneticilerin; vatan sevgileriyle doğru orantılı artan  servetlerine dayanıp   “Ulus devlet aklın hapishanesidir”i de  parçalatacağından, yalana bağışık kılınmış gerçekle bir bilincin nasıl oluşturulduğunu  da anlayacaklardı.

Bugün, ya, bir özürle az da olsa hasar alan beyaz Türklerin yaratığı sanal gerçeklik kodsuz, ezbersiz tüm çıplaklığıyla masaya yatırılıp, herkes kendi tapınağına şövalyelikten vazgeçerek geçmişle yüzleşilecektir. Ki toplantının birinde “özür dilemek” kadar basit olmayıp, insan öldürmenin ne kadar kolay olduğunu da açığa çıkaracak o yüzleşmede; kıyım sorumlularının tek tek açıklanmasından daha  da elzemi; bir insanın, bir devletin  mezhepleri, dinleri, kimlikleri farklı  başka insanların  varlığına yine devletin varlığını öne sürerek karşı olmasının nasıl katliamlara, “faili meşhurlara” yol açtığının dehşetinin insanların canını yakması, sarsmasıdır.

Ki böylece, her vatandaşına eşit mesafede duran bir hukuka sahip  modern  devlete dönüşünceye kadar, dünyada da ulus devleti kuran hiçbir kurucu irade yoktur ki kepazeliğe, katliamlara bulaşmamış olsun denilerek, Alevilerin Kemalizme ölümcül bağlılığının nedenlerinden biri de olan,  Ermenilerin kanını da akıtmış  Hamidiye Alaylarını da göz önüne alıp;  senin de, benim de, onun da dedesi adam öldürdü, katliam yaptı, kimse gökten zembille inmedi bu ülkeye, böyle böyle yaratıldı Osmanlı’da,  Kemalist Cumhuriyet’te  yaralı kuşaklar ne sanmıştın “a beyzadem”, “a hanımım”la nihayet ortak bir söylemde de  buluşula bilinirdi de.

Ya da kodlu, ezberli taşları oynatmaktansa- oysa her şey ne kadar da aşikardır- yalanın, inkarın, imhanın getirdiği huzurla, her geçen gün; entelektüel birikimlerini büyük beyaz Türk felezofları  Özdil’in kankaları Çölaşan’dan, …,, E.Özkök’den alıntılarla derinleştirenler arasında usulca kayılıp gidilirken siz de daha çok kavrayacaksınızdır kimseden, kimselerden, bu devletten doğru, düzgün hiçbir şeyin beklenemeyeceğini.

Hep aynı yarı çapı dolanan bir döngüdeyken de şaşmayacaksınızdır; karakolda ölesiye dövülürken Fevziye Cengiz yanı başındaki polisin sakinliğine, futbolda mafyalaşmaya resmiyet kazandıran şike yasasının MHP, CHP, AKP oylarıyla meclisten geçmesine, para kabul eden reyting deneklerine paraları veren dizi film yapımcılarına, kaçsınlar diye faili meçhullerin tetikçileri; özel harekatçıları tahliye eden yargıya, Zazaca türkü istediği için Gazi Akbayır’ın  öldürülmesine, yeni cadı avı; KCK bahaneli tutuklamalara ….,,,,,

Şaşamayacaksınızdır; “Depremden sonra yardımları kabul edebilirdik ama kendi potansiyelimizi görmek için yardımları” erteletip, beklettiğinde Başbakan Yardımcısı; enkaz altında devletin potansiyel deneyinin kurbanı olduklarını bilmeden kurtarılmayı beklerken inliye inliye kan kaybından, susuzluktan, toprak boğmasından yitirilen hayatlara, depremden kurtulup ta  açlıktan, soğuktan öldüğü resmi belgelere geçen Öznur’a, Deniz’e; 4 yaşındaki Ekrem’in, İsmail’in,,,,,, çadırda yanmasına. …,,,,,

En iyisi belki de daha da yaralanmamak,  kırılmamak için ötekiliğinizi, nerede, nasıl yer alacağınızı belirlemiş, medenileşememiş ulus devletinizden demokrasi, özgürlük, eşitlik, adalet adına beklentilerinizin   olmamasıdır.

Birde izinsiz gelip çöreklenmese beyninize; “yöre insanı”nı, “Doğu kökenli”liği medya towwwarsları aşamayan çadırlarda soğuktan titreyen Kürtlerin, hapiste kan kusarak ölen Avni Karabulut’un, PR çalışması “Mehmetçikten insanlık dersi”yle müjdelenen askerin parkasını verdiği 15 yaşındaki gerillanın,  ezilenlerin, hele de yoksul çocukların bakışlarına yerleşmiş, orda kalmış kederler; üstünüze üstünüze gelip içinize öyle bir işler ki o kederlerde kendinizi  bulur, bulur da  kaybolursunuz.

Daha  yazıya, şiire “gittiğinde…” diye başlamamış; feysbukta,  msn’de,  twitter’da  kahveeeee=)))))))), Karatay diyeti,  yılbaşı planları, Erol Köse iletileri dolanmamış, beslenme çantaları hazırlanmamışken Atakule önünde kırağı düşmüş taşlarda kaymak üzereyken  görünce yılbaşı çiçeğini anlarsınız ki çok az kalmış  koca yılın bitmesine.

Çankaya köşküne doğru Botanik parkındaki ağaçlardan caddeye savrulan son  turuncu, kızıl, sarı yapraklara basarak yürürken, bir ara gözünüze de giren kaçak  kış güneşiyle oynaştığınızda  karşılaşırsınız, onunla. Kaldırım taşlarını saya saya konuşursunuz. ”Seneye görüşürüz”le ayrıldığında  o, neler anlatmışsınızdır, en ufak bir fikriniz bile yoktur.

Mevsim de kış güya. Kar şöyle tane tane, kalın kalın yağamadı bir türlü. Eskiden daha mı heyecanla beklerdik kışı ? Kar  o kadar da  beyazdı ki o zamanlar. Ya da  beyazda kirlenmeyi göremeyecek kadar çocuktuk, hepimiz.Yağmurları bile zamanında başlayan zamanında biten, her gün mesai bitimi doğruca evlerine koşan insanlarıyla  bu şehir; nasıl da düşman  başına buyrukluğa. Ne âlaka,  şimdi bunu düşünmen ?  Zamanla benzeriz yaşadığımız şehre,  insanlara  derdi ya o, yanılmış işte. Belki farklı olan da artık benimdir.

Mevzu nasıl buraya geldi niye bunları yazmaya başladın, o da ayrı  bir muamma ya suç kesinlikle  o yılbaşı çiçeğinde. Hep elimdekileri berbat ettim kaybettiklerime yanarak demiş ya birisi, seninki de  tam o hesap. Gidecek yılın ardından dökmediğini bildiğin hazırda bekleyen bu göz yaşları da neyin nesidir mi  diyorsun. Yıl sonu yaklaştıkça içini neyin daralttığını, göğsünü neyin sıkıştırdığını   bilmeyenlerdensin işte, sen de.

Yönünü bulmak için birbirine benzeyen yönlere bakar, her adımda da uzaklaşırken  bir yerlerden, kime, nereye, neden gittiğin nasıl da önemsiz şu ân. Kendine hayrı olmayan hafif yan yatmış çıplak bir ağaç altında bu yılda her demeci, her sözü, her duyguyu, her acıyı yutan, yutan da yutan  koca  kara bir delik;  çözüldürülmeyen Kürt sorununun sonucu; artık da kanıksanan 30 yıldır  süren savaşta; Silvan’da, …,  Çukurca’da, …, Kazan Vadisi’nde, ne çok genç öldürüldü ne çok diyorsunuz ne çok. Geriye kalan yalnızca tarihler, başarı ölçütü sayılan kuru  rakam; 100 gerilla, 100 asker “öldürüldü”ler.

Ölüm niye hep böyle, savaşla, depremle, trafik kazasıyla gelmek zorunda bu topraklara niye? Niye böyle olmak zorunda. Ahhhh be bir tanem, hep beraber eskittik biz faydasızca  yılları; derdimize derman olmadan, hiçbir sorunumuzu çözmeden.

Yunan mitolojisinde Odysseus’u beklerken taliplerine örmekte olduğu tülü tamamlamadan evlenmeyeceğini söyleyen Penelopeia’nın gündüz dokuduğu kısımları geceleyin söktüğünden bir türlü bitirmediği  tülü gibi; sorunlar hiç bitmedi / bitirilmedi. Gündüz söylenenler; eşit yurttaşlık temelli bir Anayasa, Ergenekon’da, faili meçhuller de sonuna kadar gidileceği, darbecilerden hesap sorulacağı, barışın getirileceği, adil gelir dağılımı ……,,,, hep gecelerinde silindi Ankara’nın. İçişleri Bakanının “Sorun sorun diyorlar. Kürt sorunu nedir ya hu ben arıyorum, bulamıyorum” beyanıyla da  dönüldü yine ta ennnn başa.- Bu arada helâl OLSUN devletlûma. Ey dünya öğren, sorun nasıl çözülür-

Ansızın içinde hiçbir şey; geçmiş, gelecek barındırmayan bir boşluk duygusu sarıyor her yanınızı. O boşluk duygusu var ya o boşluk duygusu. İşte oydu yıllarca en acımasız olanı. Oydu en gaddarı. Zamanla yok olmayacağını da belli ederek  kaldı içinizde, bir yerlerde.

İsterdim ki yılın bu son günlerinde tarif edeyim içimdeki duyguyu; şöyleydi böyleydi diye. Kırılgandı belki yorgun, belki zavallı, belki naif, hayır hayır nazenindi  evet nazenin. Hem başkaca da ne  gelir ki elimden, yazmaktan başka. Bir de bunlar işte. Bunları aldım. Hiç olmadığı kadar taze bir hayat sunabilirse diye….Sana yılbaşı çiçeği aldım anne…